7 Mart 2024 Perşembe

Öykü: KPSSsiz Devrim

 










Öykü: KPSSsiz Devrim 


    İşçi Partisi'nin başkanı, birden heyecanla ayağa kalktı. Buldum dedi. Senelerce sürdürülen devrimci mücadele, hapisler, idamlar, kapatılan partiler, yasaklanan liderler, yaşanan darbe yılları hepsi boşunaydı. Yapılan onca hararetli teorik tartışma ve fraksiyon ayrılıkları da boşunaydı. Halkın da, İşçi Partisi'nin de arzuladığı en önemli amaç belliydi. Bu amaç için halkımız sınavlara giriyor, eşi-dostu-akrabası olmayanlar bu sınavlarda bir şekilde başarılı olamıyor ve o kutsal ülküye erişemiyorlardı. Sınavlarda puan olarak başarı sağlayanlar ise mülakat adı verilen bir sistemle yine feodal bağlarının yetersizliği nedeniyle elenebiliyorlardı ve kutsal amaçlarına yine ulaşamıyorlardı. Büyük ülküye herşeye rağmen aldıkları puanlarla erişebilenler de vardı ama bir insanın tek başına mutlu olması da utanılacak bir şeydi. 

  Bir de akrabalarıyla, feodal bağlarıyla, yakınlarıyla puanlara ihtiyaç duymaksızın bu kutlu ideale ulaşabilenler vardı. Onlar için de doğuştan bir şans gerekiyordu. Ama burada da esas görev ve fedakarlık bu dava uğrunda, gücün içerisinde yer almayı başarabilen akrabalardaydı. İşin şans kısmı ise dünyaya gelirken güç ve nüfuz sahibi olan bu insanların hanelerinde yada en azından o insanlarla akraba olanların evlerinde doğabilmekti. Peki bu herkes için mümkün olabilir miydi?

    İşçi Partisi'nin başkanı bunu uzun uzun düşünmüştü. Bu ülkede ezici  çoğunluk, sosyalist bir sisteme tamamen karşıydı.  Ama partilerinin de, halkın da istediği şey aslında aynıydı. Bunu düşünürken, bu kutlu ülküyü, bugüne kadar kendilerinin ve daha önceki devrimcilerin nasıl yanlış telaffuz ettiğine şaşırıp kaldı. Ülkede herkes devlet memuru olmak istiyordu, onlar da herkesi devlet memuru yapmak istiyorlardı. Zaten sosyalizm denilen şey de herkesin devlet memuru olması değil miydi? 

     Fidel Castro emekli olup Karayipler'de, emekli sandığından aldığı maaşla, emekliliğin tadını çıkarmamış mıydı? Görevini de kardeşine devretmişti. Yine bir eş-dost-akrabacılık çıkmıştı bu işin içinden de ya neyse orası önemli değildi. Önemli olan herkesin devlet memuru olmasıydı. Fidel ve  yoldaşları ülkedeki herkesin sınavsız, KPSSsiz, dershanesiz, test kitapsız, cemaatsiz, torpilsiz devlet memuru olabilmesi için senelerce gerilla mücadelesi vermişti. Sonunda başarmış, herkesin devlet memuru olmasına sonuna kadar karşı olan Batista rejimini yenip iktidarı ele geçirmiş ve herkesi devlet memuru yapmışlardı. 

    Che Guevara ise  devlet memurluğundan bir süre sonra sıkılmış ve başka ülkelerde mücadele etmek adına Küba'dan ayrılmıştı. Çünkü devlet memurluğu,  memur olana  kadar yaşamdaki ideallerin en yücesi, kazanıldıktan  sonra da beğenilmeyen, burun kıvrılan bir hayat garantisiydi. 

    Tabi Küba'daki koşullar daha farklıydı. Bizim ülkedeki gibi, Küba'da herkesin devlet memuru olmak gibi bir gayesi ilk etapta görünmüyordu. Tarlada sözleşmeli çalışmaya razı olanlar da vardı, devlet memurluğundan, KPSS'den bir haber olanlar da. Bu nedenle Fidel ve yoldaşları KPSS test kitabı basan bir yayınevi kurmaktansa, silahlı bir gerilla örgütü kurmayı daha mantıklı görmüşlerdi. Belki bir KPSS dershanesi de açabilirlerdi ama Batista rejiminin buna izin vermemesi de ihtimaller dahilindeydi. 

  Fidel Castro başkente girip, iktidarı aldıktan sonra yaptığı konuşmada Amerika Birleşik Devletleri'ne meydan okuyor ve bir gün dünyada herkesin devlet memuru olacağı günlerin yakın olduğunu haykırıyordu. 

   Uluslararası ilişkileri de yakından etkileyen bu gelişme, kamuya daha fazla memur alımı konusunda isteksiz olan Beyaz Saray'da  ciddi bir endişe yaratmıştı.  ABD'nin müttefiki olan ülkemizde aslında devlet memuru sayısı oldukça yüksekti. Ancak "Marksist Sol" yine de bunu yeterli görmüyor ve herkesin devlet memuru olmasındaki ısrarını sürdürüyordu. Bu ısrar, memur olmak için yanıp tutuşan ama herkesin devlet memuru olmasını isteyen partileri ve örgütleri desteklemeyen halkımız ve de  bu partiler için bir felaketle sonuçlanacaktı. Darbeyle birlikte herkesin devlet memuru olma hayalleri sona eriyordu. Ecevit, başbakan olunca Kamu Personeli Seçme Sınavı'nı getirerek herkesin devlet memuru olması konusunda en azından bir kesim için  revizyonist bir adım atsa da bu halkın beklentilerini karşılayamıyordu. 

   İşçi Partisi lideri, bugüne kadar ki popülist tutumlarının meyvelerini aldıklarının farkındaydı. Artık ülkedeki insanların isteklerini ve beklentilerini, onların söylediği, onların istediği, onların beklediği gibi dile getirme zamanı gelmişti. " Kahrolsun Komprador Burjuvazi"  demek yerine " Herkese Kadro, Herkese Atama" ; "Birleşe, Birleşe Kazanacağız" demektense " KPSSsiz, Torpilsiz Kazanacağız" deme vaktiydi. "Lale Devri nasıl bittiyse sülale devri de bitecek" gibi kulağa hoş gelen, halkın anlayacağı şekilde söylenmeliydi artık bu herkesi memur yapan sosyalizm meselesi.

   Karl Marx bu meseleyi iktisadi ve felsefi boyutlarıyla çok derinlemesine ele almış bu da halkta karşılık bulamama sorununa yol açmıştı. Patronların, işçinin emeğini sömürüp artı-değer yaratmasından tutun da, işçi sınıfının bu düzene son verip, sınıfsız bir dünya yaratmasına kadar bir sürü teferruata girmişti. Bu ayrıntılar oldukça gereksizdi. Herkes devlet memuru olunca zaten  özel sektörde çalışacak kimse kalmayacaktı. O dönemler insansız çalışabilen fabrikalar da olmadığı için patronlar iflas etmemek için memur olmayı tercih edeceklerdi. Memura siyaset ve ticaret yasağının olduğu hesaba katıldığında, patronların da memur olmasıyla burjuva düzeni son bulacaktı. 

   Bu herkesin memur olması sonrasında da memurluğun özünde olan sorunlar yine çözüm beklemeye devam edecekti. Atama, eş durumundan tayin, becayiş , kurum içi yükselme, terfi, lojman, seyyanen zam, müdür yardımcılığı sınavı  gibi sorunlar devrimin birinci görevi olarak en önde beklemekteydi. Ancak devrim, bu sorunları da çözecek güçteydi.

   Herkesin devlet memuru olmasında bir sakınca yoktu. Zaten devrimin birinci ödevi de buydu. Ama ya Sovyet Devrimi'ndeki gibi memur olmak istemeyen, kafalarına göre bir yol tutturmak isteyen anarşistler çıkarsa ne yapılacaktı? Artık yıl milenyumu geçmişti. Ben memur olmak istemiyorum dediği için bir kişiyi hapse atmak, kurşuna dizmek de ayıp kaçardı. Belki geçici bir çözüm olarak memur olmak istemeyenlerin yurtdışında geziye gönderilmesi ve  sonra da ülkeye memur olmayanların girmesi yasaklanabilirdi. Böylelikle memur olmak istemeyenler de memur olmak zorunda kalmazlardı. 

   Zamanla memurluktan sıkılanlar içinse yapılacak bir şey yoktu. Onlar memurluktan ne kadar sıkılırlarsa sıkılsınlar, memurluğu bırakamazlar; pazartesileri cumayı, sabahları çıkış saatini bekleyerek, günlerini geçirirlerdi. En fazla verimlilikleri düşebilirdi. Ama şuan konu verimlilik değildi. Bu sonra düşünülebilirdi. Mesele "devlete kapağı atamadım" diyen bir yurttaşımızın bile kalmamasıydı. Zaten devlete  kapağı atamamak ne demekti. Bu devlet, yurttaşları arasında ayrım mı yapıyordu. Yani birileri kapağı atarken ötekilerin dışarıda kalması anlaşılır gibi değildi. Devlet, tüm yurttaşları için vardı. O zaman herkesler de kapağı atabilmeliydi. Bu  deyimdeki kastedilen kapak neydi orası  hala bilinememekteydi.

   İşçi Partisi'nin başkanı sloganlar arasına bunu da ekledi. " Söz! Herkes Devlete Kapağı Atacak!" KPSS ile memurluğu kazanıp kendi devrimini yapmaya çalışanları artık yeni bir seçenek bekliyordu. "KPSSsiz Devrim" .Bunu da sloganların arasına yazmayı düşündü ama sonra vazgeçti. 

     Artık seçim döneminde kampanyalarının  ana teması belli olmuştu. Herkesi devlet memuru yapacaklarını ilan edeceklerdi. İnandırıcı gelmemesi imkansızdı. Çünkü her ile üniversite kuracağım diyen Cem Uzan, %7 oy almıştı ve   onun bu vaadi daha sonra Genç Parti iktidar olamasa da yaşama  geçmişti. Ayrıca herkesin memur olması bir hayal değildi. SSCB, Küba, Kuzey Kore gibi ülkelerde herkes memur olabilmişti. Kuzey Kore'de de babadan oğula doğru sirayet eden başkanlık olsa da bu nepotizm en azından insanların memur olabilmesine engel değildi. Ayrıca sağ partiler bu konuda tutarsızdı. Hem herkesin memur olmasına karşı çıkıp hem de birilerinin memur olmasına olanak sağlıyorlardı. Bu fikri kurmaylarına da açtı İşçi Partisi lideri ve sevilen eski bir stoperi memleketinden belediye başkan adayı yapmaktan daha çok ilgiyle karşılandı bu yeni siyasal tutum. Bu fikrin, herkesin ikinci evine el koymakla ilgisi ise daha sonra ele alınacaktı.

   Son tahlilde artık koşullar olgunlaşmış, herkesin memur olabileceği o aydınlık yarınlar yaklaşmıştı. Bu seçimlerde alınacak başarılı bir sonuçla herkesin memur olması yakındı. Karl Marx'a ilgi duymayan halkımız, memurluğa olan sevdasıyla Max Weber'e sevgi duyabilir, muradına erebilirdi. İşçi Partisi'yle halk arasındaki bu iletişim eksikliği belki de halkın "kaç net yaparsam atanırım", "İstanbul kaç puanla kapatmış", "tarih öğretmenliğine kaç atama olacak" sorularının yanıtını, İşçi Partisi'nin bugüne kadar net olarak verememesindendi. Artık İşçi Partisi'nin yanıtı kesin ve netti. Kaç kişi atanacaktı?. Herkes , herkes, herkes ! Sınavsız, puansız, kaç net yaptım, kaç puan aldım diye dert etmeden, kursa gitmeden, test çözmeden...Herkes...Hem de herkes...

   İşçi Partisi başkanının isteğiyle Erkin Koray'ın "Memurum Ben" şarkısı tercih edilmemişti. Çünkü Erkin Baba, şarkısında "garip gönlüm çekse de şu yağlı yağlı böreği de, almaya kudretim yetmez bölük pörçük bütçe ile, yıllardır hep akıntıya çeke çeke küreği de, yaprak gibi rüzgarların önüne de katılmışım ben, memurum ben! memurum ben!" diyerek sabah kahvaltıda bir börek bile almaya bütçesi yetmeyen, dar gelirli memurdan bahsediyor ve memur olmak isteyen halkımızın memurluğa bakışını olumsuz etkiliyordu. 

   Oysa ki seçim şarkısı hazırdı. Yıllardır herkesi memur yapmak isteyen ama bunu söylemeye dili varmayan İşçi Partisi  ile memur olmak isteyen halkın buluşamamasını ama buluşabileceğini anlatan Bülent Ortaçgil'e ait Memurun Şarkısı!

     Kampanya başlamış seçim yaklaşıyordu. İşçi Partisi lideri, popülist siyasal tutumlarının en son ürününün verdiği sevinçle  halkı selamlıyordu ve seçim otobüsünden "Memurun Şarkısı" yankılanıyordu sokaklara...

Pazartesi acımasız, Pazartesi sıkkın,

Hep aynı şarkıyı söylemekten, Bıkkın

Bi' masanın kenarları kadar, 

Buluşmazmışız, öyle derler

Oysa bütün masalarda, Tam dört köşe var...


Ozan Yardımoğlu



 






23 Şubat 2024 Cuma

Dr. Jekyll ile Bay Ecevit

 






Dr. Jekyll ile Bay Ecevit 



"O sıralar erdemli yanım uyukluyordu, hırsın uyanık tuttuğu kötü yanım ise atik ve çevik davranıp fırsatı kaçırmadı ve ortaya Edward Hyde çıktı. Böylece artık iki karakterim ve iki suretim olmuştu"* diyordu Dr. Jekyll. Bay Hyde böyle ortaya çıkmıştı.


   Peki ya Bay Ecevit nasıl ortaya çıkmıştı? O da Dr. Jekyll gibi iki karaktere mi sahipti? Ya da belki kendisi değil de partisi çift karaktere sahip de olabilirdi. Tasavvufa inanmış, duyarlı şair; bir iksir sonucu hırslı bir siyasetçiye mi dönüşmüştü? Bir yanı işçinin, köylünün hakkını savunurken öteki karakteri burjuva düzenin devamını mı sağlamaktaydı? Batılı dostlarına anti-komünist siyasetin sol şubesi olarak güven verirken, aynı zamanda  emekçiyi mi savunuyordu? Ya da Amerika Birleşik Devletleri ile haşhaş meselesi yüzünden ambargoluk olurken , ülkesinin Sovyetik dünyaya kaymaması için aslında sol maskeli sağ bir siyaset mi izliyordu? Kimdi bu Bay Ecevit?  Dr.Jekyll gibi iki karakterin tek bir vücutta buluşmuş halimiydi o da. 


Stevenson, Bay Hyde'dan bahsediyordu romanında ama Bay Ecevit'ten bahsedemiyordu. Çünkü yıl 1886'ydı romanı yayınlandığında ve Bay Ecevit henüz dünyaya gelmemişti. Hatta başka Ecevitler de gelememişti dünyaya çünkü soyadı kanunu henüz yoktu. Dr. Jekyll artık vardı ama Dr. Ecevit'in (Fahri Ecevit, Bülent Ecevit'in babası) dünyaya gelmesine de daha on sene vardı, Dr.Ecevit olmasına ise daha fazla süre.


     "Servet sahibi bir ailenin çocuğu ve üstün yetenekler bahşedilmiş bir insan olarak dünyaya geldim, doğuştan çalışkanlığa yatkındım, ahbaplarım arasındaki bilge ve iyi yürekli insanların bana saygı göstermelerine bayılırdım; o yüzden tahmin edilebileceği gibi onurlu ve seçkin bir gelecek için her türlü güvencem vardı."*  diyordu Dr. Jekyll. Ya Bay Ecevit'in yok muydu?


    1925 yılında İstanbul/ Beşiktaş'ta dünyaya gelen Bay Ecevit'in babası CHP milletvekili Prof.Dr. Fahri Ecevit, annesi ise ressam Nazlı Ecevit idi. Baba tarafından dedesi Mustafa Şükrü Efendi, Abdülhamid'in sarayında ramazan aylarında ders anlatıcılığı da yapan bir din alimi ve  müderristi. Anne tarafından dedesi ise 17 sene Mekke Şeyhülislamlığı  ve Medine Harem Şeyhliği yapmış olan Hacı Emin Paşa'ydı. Çok sonraları  dedesi Hacı Emin Paşa'dan Bay Ecevit'e  Medine'de miras olarak bol miktarda toprak da kalmıştı. Bay Ecevit bu mirası Türkiye'den giden hacıların faydalanması için Türkiye Cumhuriyeti devletine bağışlamıştı. Mirasın Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ne,  S.Arabistan Devleti'nden intikali bilindiği kadarıyla  gerçekleşememişti.


  Bay Ecevit, Robert Koleji'ni bitirdikten sonra, Dr. Jekyll gibi  (babasının CHP'deki çevresinden) bilge ve iyi yürekli ahbaplarının da desteğiyle onurlu ve seçkin geleceğine adım atmış, CHP'nin gazetesinde gazeteciliğe başlamıştı. İngiltere'de mesleğine devam etmiş, Rockefeller Vakfı'nın sağladığı bursla ABD'ye gitmiş, burada bir yıl boyunca çeşitli kurslara katılmış, araştırmalar yapmış; program doğrultusunda  Harvard Üniversitesi'nde Sosyal Psikoloji, Ortadoğu Tarihi ve Osmanlı Tarihi üzerine çeşitli derslere ve seminerlere katılmış, daha sonra ABD Dışişleri Bakanı olan Henry Kissinger'dan dış politika dersleri almıştı. Bay Ecevit soğuk savaş kursunu tamamladıktan sonra CHP'deki bilge ve iyi yürekli ahbaplarının çağrısına kayıtsız kalamamış ABD'den Türkiye'ye dönmüş ve Cumhuriyet Halk Partisi'ne katılmıştı. Milletvekilliği, genel sekreterlik derken duyarlı şair artık CHP genel başkanıydı.


    İstanbul Hukuk Fakültesi ve Mülkiye'den mezun; Mülkiye'de öğretim üyesi, Merkez Bankası Genel Müdür Yardımcısı Namık Zeki Aral'ın  kızı Rahşan Aral ile Rahşan Hanım Amerikan Kolej'inde okurken tanışan Bay Ecevit daha sonra Rahşan Hanım ile evlenecek ve yaşamlarını birleştirecekti.


   Rahşan Hanım, Bay Ecevit ile İngiltere'de geçen günlerini yok-yoksul olarak tarif etmekteydi. Aileleri isimsiz-sıradan insanların yoksulluğuyla, elitlerin yoksulluğu bir tutulacak değildi. İngiltere'de paraları  yetişmediğinden maaşı alır almaz kitapçıya gidip paralarını önce kitaba yatırır, kalan parayla geçinebilmek için öğle yemeği yemezlerdi Rahşan Hanım'ın anlatısıyla.


    Artık onlar da Erasmus macerası tadında İngiltere'de bir yoksulluk tadarak halk ile ilk empatilerini gerçekleştirmişlerdi. Bay Ecevit hem seçkin bir aileden gelen entelektüel hem de kafasındaki kasketle Karaoğlan olan halktan biriydi. Hem "demokratik sol" diyerek solcu, hem de sosyal demokrasi demeyerek marksist geleneğe gerekli tavrı koyan bir liberaldi. 


Peki Dr. Jekyll kimdi? Bay Hyde'ın ta kendisiydi.


     Bay Ecevit'in solculuğu kitlelerce ve Batılı dostlarımızca çok makbul, Türk solu için ise pek makbul değildi. Türkiye İşçi Partisi (TİP)  %3 oy oranıyla mecliste grup kuruyordu. Türkiye'de sol yükseliyordu. 1965'e kadar kendisini sol olarak tanımlamayan CHP'de Bay Ecevit, partiyi Ortanın Solu'na konumluyordu, demokratik sol diyordu. Sosyalist bir rejime karşı anti-komünist bir duruş sergileyen seçkin ailenin mensubu Türkiye'de solun liderliğine doğru ilerliyordu.


   Gerçi bu solculuk dediğimiz marksist-leninistlere göre dışarıdan işçilere bilinç aşılanarak gerçekleşecek bir hadise değil miydi?  Fidel Castro, çiftlikler sahibi bir ailenin mensubu olarak devrim yaptıysa Bay Ecevit de solculuk yapabilirdi neyi eksikti. 


     Peki Bay Hyde'den sonra bu Baylık müessesesi siyasetimize Bay Ecevit ile mi gelmişti? Evet bildiğimiz kadarıyla Bay Ecevit ile gelmişti. Bay Ecevit, 1950'li yıllarda Ulus Gazetesi'ndeki yazılarında Adnan Menderes'i hedef alırken kendisinden "Bay Menderes" diye söz ediyordu. Sonra bu baylar çoğaldı durdu. Bay Ecevit'ten sonra Baykal geldi CHP'nin başına. Uzunca bir süre kaldı Bay Kal  kalmadı değil. Bir kere gider gibi yaptı sonra sevenleri "gitme kal" deyip yalvarınca yine kaldı. Ama artık Baylığın, devir zamanı gelmişti. Orası biraz +18 olabilir diye kanaat getirilince başka bir Bay geldi Bay Kal'ın gittiği yere . O  Bay, Bay Kemal'in ta kendisiydi. Cumhurbaşkanlığı seçimlerini "BAY Takımlar" gibi maç yapmadan geçerek tamamladı 2023 seçimlerine kadar. Takımların haftayı "BAY" olarak geçtiği ligleri küçükten beri sevmezdim. Çift sayıda takım olmadığı zaman bir ligde, her hafta bir takım haftayı maç yapmadan BAY Takım olarak geçirirdi. Bay Kemal de sanırım bu Bay kavramını fazla önemsemişti. Senelerce maç yapmadan, cumhurbaşkanlığı seçimlerini aday olmadan atlatıp durmuştu. Ta ki sonunda "evet ben Bay Kemal'im, sizlere Bay Kemal sözü, buradayım be buradayım" diyerek Baylığını kabul edene kadar. Baylığı kabul edince nedense o seneyi geçen seçimlerdeki gibi maç yapmadan geçirmedi. Hatta 2 kere maç yaptı. 2 cumhurbaşkanlığı seçiminde de yenildi. Maç yapan takıma artık BAY denilemezdi. Böylece Bay Kemal 'in Baylığı da sona erdi. Artık kalamayan Bay Kal'ın Baylığı gibi.


  Bu Bay-Bayan meselesi sonraları çok tartışıldı. Bayan değil Kadın denildi. WC'lerde bile Bay-Bayan yazılması istenmedi. Kadın tuvaletinde Bülent Ersoy'un kadın, erkek tuvaletinde Bülent Ersoy'un erkek olarak resmedildiği tuvaletler kafa karıştırdı. Bay -Bayan yazmak yerine şemsiye-şapka gibi garip objelerle erkekliği ve kadınlığı simgeleyerek erkek-kadın tuvaletlerini ayırt etmeye çalışan  tuvaletler kararsızlık yarattı. Hangisi bay hangisi bayan tuvaleti derken "bayan değil kadın diye müdahaleler gecikmedi. Tüm bunlar olurken  Bay Hyde, WC'ye giremedi belki de altına etti. 


  Neyseki bizim evdeki tuvalette kadın-erkek ayrımı yoktu. Tuvaletimi yapıp çıkınca salondaki rafta DSP'den Bülent Ecevit imzasıyla evimize, babama  gönderilen bayram tebriği kartı Ecevit'in kasketli fotoğrafıyla beni izliyordu. Babam koyu bir Ecevitçiydi. Babam ve ona inanan kitleler için Ecevit bir halk kahramanıydı. Bay Ecevit'in iki gücü vardı. Biri Halk biri Hak. Öyle diyordu. Oradaki halkın içinde babam da vardı. Bay Ecevit ona inananlar için sendika yasasını getiren, grev hakkını veren, asgari ücreti uygulamaya koyan, işçiler için, ezilenler için mücadele eden, işçilerin ve köylülerin lideriydi. Milliyetçi Cephe hükümetlerine karşı demokrasiyi koruyan yılmaz bir demokrattı. 12 Mart ve 12 Eylül'ün karşısında korkmadan dikilen bir savaşçıydı. Marksist solun bile zaman zaman desteklediği, "Faşizme Karşı Birleşik Cephe"nin önderiydi. 1980 sonrası ise belki de geçmişten gelen bir kahramanın yaşayan silüetiydi. Milliyetçilik ve laiklik söyleminin vurgusunda sörf yapan bir başbakandı.


      Ona inananlar için zenginin karşısında yoksulun, ezenin karşısında ezilenin, patronun karşısında işçinin korkusuz savunucusu bir halk önderiydi Bay Ecevit. Amerikan emperyalizmi karşısında ambargoların bile yıldıramadığı bir anıt şahsiyetti. Haşhaş ekimini serbest bırakan Kıbrıs Fatihi'ydi.


    Ona güvenmeyen sol kesim için ise ABD'nin Türkiye'de yükselen solun önünü kesmek, solu kontrol altında tutmak, sınıf savaşının tırmanmaması için merkez solda görevlendirilen bir vazife memuruydu. ABD'de soğuk savaş kursunda eğitim verilip, Türkiye'de sosyalist bir sistem gelmesin diye CHP'nin başına oturtulan bir görev adamıydı. Türkiye'de işçi haklarını savunan, geliştiren değil dizginleyen bir tutucuydu aslında. Eleştiren sol kesim için o kapitalist-emperyalist sistemin Türkiye'deki sol görünümlü temsilcisiydi.


    Hangisiydi Bay Ecevit? Belki hepsiydi, belki de hiçbirisi değildi. Bizi marksist bir diktatörlükten korumuş  emek savunucusu bir demokrat da olabilirdi, Türkiye'de  emek mücadelesi daha fazla güçlenmesin diye solun önüne örülen sol görünümlü bir duvar da. 1980 sonrası ise bu ifadelerden birisi bile değildi. 


    1970'lerde hem Karaoğlan hem Bay Ecevit miydi? Yoksa sadece Karaoğlan mıydı? Ya da yalnızca Bay Ecevit? Yoksa 1990'lar da mı Bay Ecevit'e dönüşmüştü. Tüm bu tartışmalarla Bay Ecevit 2006 yılında onbinlerce kişinin katılımıyla insan seli içerisinde bu dünyadan uğurlandı.


 " Hyde darağacında mı can verecek? Yoksa son anda kendinden feragat etme cesaretini gösterecek mi? Tanrı bilir; benim umurumda değil; ben ölümün eşiğindeyim, bundan sonrası  benden çok başkasını ilgilendirir."* diyordu Dr. Jekyll ölmeden önceki son sözcüklerinde. 


   Evet, bundan sonrası başkalarını ilgilendirirdi. Bay Ecevit'i uğurlamıştı onbinler. Artık Bay Ecevit'i ilgilendiren birşey kalmamıştı.


   Türkiye'de eşiyle birlikte farkında olmadan bir partide eş başkanlık sistemini ilk kez uygulamaya koyan "Halkçı Ecevit" artık yoktu.


   Ne diyordu "DSP Marşı";  " gözünaydın Türkiye ak güvercin geliyor, güçlendikçe DSP halkın yüzü gülüyor. "


 Aynı müzikle "Özgürlük Mahkumları Türküsü" de şöyle diyordu, " vatan ağalı beyli, mahkumlar isyan huylu, işçi emekçi köylü, özgürlük mahkumları." 
Bir sosyalist türküyle aynı müziğe sahip  DSP Marşı,  Bay Ecevit'in sol ile ikircikli öyküsünün melodik bir temsiliydi. 


"Demokratik soldayız en sağlıklı yoldayız, özgürlüğü emeği kimseye harcatmayız"  diyordu bu serüveni bitirirken.    


Ozan Yardımoğlu



Kaynaklar


* Dr Jekyll ile Bay Hyde, Robert Louis Stevenson, Türkiye İş Bankası Yayınları


** Bülent Ecevit Karaoğlan, Mustafa Çolak, İletişim Yayınları



16 Ağustos 2022 Salı

Taşradaki Tavuk Döner

 


Taşradaki Tavuk Döner


   Merkezin önem kaybettiği, periferinin yükseldiğine inanıldığına inanılan yıllardı o yıllar.Yalan da değildi. Kenardan gelen köşebaşını tutuyordu. Üniversite tercih zamanıydı.Üniversite demek kariyer demekti. Baktım kenardan gelen köşebaşını tutuyor. Eh dedim ben de köşebaşının karşısında öyle oturuyorum, hiç de köşebaşını tutamıyorum. O zaman dedim önce kenara, periferiye gitmem gerekli ki, sonra oradan geliriz merkeze, tutarız köşebaşını. Harika bir fikirdi. Bu fikri, hiçbir rehberlik öğretmeni öğrencilerle paylaşmazdı. Sadece kendisine saklardı. Yıllar sonra hayattan ve mesleğinden bıkınca belki işime yarar diye. Mühim fikirler danışmanlık hizmetlerinde parayla satılmaz. Hele bizim gibi devlet okullarında okuyan öğrencilere bu özel bilgiler ücretsiz asla verilmez. Sadece senin puanın burayı tutuyor denilir.

   En azından bizim yıllarımızda öyleydi. Belki artık ücretsiz de kıymetli bilgiler verilmektedir. Paranın herşey olmadığı anlaşılmıştır. O yıllarda anlaşılamamıştı. Sadece periferinin yükseldiği bilinmekteydi ve ben de bunu bilen sayıca azınlık içerisindeydim. Bu kıymetli bilgiyi paylaşmamak için kendimi zor tutuyor, geceleri uyku uyuyamıyordum. Ama doğrudan faydası olmayan bilgi neye yarardı ki benim için. Bu faydalı bilgiyi hemen işe yarar bir hale sokup, sonunda meyvesini alınca ahanda işte bakın önce fikir,sonra eylem, yol haritası böyle çizilir,sonuca böyle ulaşılır diyebilmeliydim. Üniversite tercih ekranı önüme çıkınca artık eylem zamanının geldiğini anlamıştım. Herkes Boğaziçi'ni, ODTÜ'yü, Ankara'yı, İTÜ'yü, Ege'yi yazacak ve yıllar sonra sonunda kaybeden olacaktı. Ben ise elimdeki bu paylaşılmaz bilgiyle bir taşra üniversitesini tercih edip fark yaratacaktım. Herşey yolunda ilerliyordu. Bu muazzam bilgiyi kimseyle paylaşmıyordum. Zaten paylaşsam da kaale almazlardı. Eh kendileri bilirdi. Periferinin yükselişinden payını alamayacak sonuçta onlar olacaktı. 

   O yıllarda taşrada çok fakülte yoktu. Hatta galiba iki fakülte vardı. Ben de tabi ki taktik dehamla o ikisinden daha da sapa yerde olanı tercih ederek farkımı yaratacaktım. Farkımı yarattım ve daha az nüfuslu, daha sapa yerde olanı ve deniz olmayanı, turistik hiç olmayanı tercih ettim.  Tercihim tuttu. Kazanan ben olmuştum ve benimle birlikte bu taşrayı bilerek yada bilmeyerek seçen diğerleri de. ODTÜ'yü, Boğaziçi'ni kazananlar gazetelerde ilanlarda boy boy fotolarla görünüyor ama gerçeği hiç bilmiyorlardı. Dört sene sonra periferinin yükselişi sonucu kazanan ben ve benimle bu okuldan mezun olacak arkadaşlarım olacaktı. Şerif Mardin bizi görse elimizi öperdi. Harika bir tercihti bizimkisi. 

 Taktik, strateji, deha, herşey mükemmeldi. Dört yıl sonra bütün kapıların açılacağı bizlerdik de bu dört yıl nasıl geçecekti bu köy gibi taşra denilen yerde. İşte onun yanıtı yoktu. Ankara'da, İstanbul'da okuyanlar sonuçta bizlerin karşısında kaybedecek de olsa, sosyal yaşamıyla, tiyatrosuyla, sinemasıyla, falanıyla, filanıyla güzel bir üniversite yaşamı yaşayarak mezun olacaktı. Emin de olsam, bir kuşku aklımın bir köşesinde durmuyor değildi. Ya periferi kaybederse?

 Kaybetmeyeceği belliydi. Belki kayyım bile atarlardı ileride o şaşalı üniversitelerin rektörlerine. Biz kazanan olacaktık o kesin. Ama karnım da acıkmaya başlamıştı. Taşrada ne yenilebilirdi acaba? Her taşranın meşhur birşeysi vardır. Ben de merak edip sordum nedir buranın meşhur yemeği? Dediler ki köfte. Vay be dedim. Ne kadar ilginç bir yemek. Türkiye'de kendine has köftesi olmayan bir yer var mıdır bilemiyorum.Köftesi olmayan yere mahalli idare kurmuyor bile olabilirler. Biryer için en azından ilçe yada belde olmanın koşulu köftesi olmak olmalı büyük olasılıkla. Yoksa nüfus kriterlerini önemsediklerini sanmıyorum. Bu taşra teşkilatı da sanırım öyle kurulmuş olmalı. İçişleri bakanlığına bir köfte tarifiyle başvurup ilçe olmuş olmalılar. Çünkü mahalli idareler kanunu bunu emreder.

  Tabi kamu yönetimi birinci sınıf öğrencisi olduğum ve mahalli idareler kanununu yeteri kadar bilmediğim için bu köfte önerisinden çok etkilenmedim ve ilk bulduğum tavuk dönerciye oturdum. Bu dönercinin yanında başka bir tavuk dönerci, onun yanında bir başkası, onun yanında bir başkası diye uzayıp giden kuyumcular çarşısı gibi arasıra birbirinden kopan tezgahlara sahip olsalarda sanki bir bütün tavuğun isyanı gibi birleşmiş yanyanalık. 

  Aklım karıştı tabi ve başladım düşünmeye. Bu beş  yanyana dizilmiş tavuk dönerci arasındaki fark neydi. Kim neyi daha farklı kılıyordu. Hangisi mayonezi daha çok sıkıyordu, hangisi ketçapta kısım yapıyordu, hangisinin sosu daha yağlıydı, hangisinin arasına koyduğu patates daha kızarmıştı, hangisinde turşu az, hangisinde domates çoktu. Hepsinin yaptığı acaba aynı tavuk dönermiydi yoksa sadece isimleri mi farklıydı dükkanların?

  Taşradaki bu illüzyonu çözmek öyle ama öyle zordu ki dört yıl bile yetersiz kalırdı. Artık periferinin merkez karşısında kazanacağı zaferi ve dört yılın bu taşrada nasıl geçeceğini unutmuş tamamen tavuk dönercilere odaklanmıştım. Sabah kalkınca bu dükkanlardan -her öğün yemek üzere- farklı bir tanesinde yemeye başlıyor ve tat alma duygumun sonuca varmasını bekliyordum. Günler, aylar, yıllar geçiyor ama bir sonuca ulaşamıyordum. Genel kanı B. ile başlayanın süper olduğu, ana akımın dışında kalanlar D.'yi, protest takılanlar ise "abi burdan şaşmıcan" diye diğerlerini savunmaktaydı. Bense her ısırışımda bir tavuk dönercinin diğerinden farkını bulmaya çalışırken, aynı tavuk dönercinin birkaç gün öncekiyle lezzet farkını bulmaya başlamıştım. Süreç giderek korkutucu hale geliyordu. Bu dükkanların hepsinin aldığı tavuk aynı yerden olabilirdi. Sosları, turşuları, domatesleri, patatesleri bütün malzemeleri aynı yerden alınmış olabilirdi ve biz sadece taşrada kendimizi farklı hissetmek için bu beş tavuk dönerciden birisini yücelterek kendimize kimlik ve farklılık yaratmaya çalışıyor olabilirdik. D.Tavuk Döner ile B.Tavuk Döner'in sahipleri ortak bile olabilirdi. Belki hepsi aynı kişinindi. Yoksa küçücük bir taşrada neden beş tane yanyana dizili tavuk dönerci olsundu.

  Yada belki de Adam Smith haklı çıkmıştı. Bu beş tane tavuk dönerci müthiş bir rekabet ve kaliteyle birlikte birbirleriye yarışmakta ve biz taşralarına gelmiş şehirli öğrencileri şaşkınlık ve lezzete boğmaktaydılar. Hangisiydi acaba bilememiştim, dört senemi bunu çözmeye harcamış ama bir sonuca ulaşamamıştım. Ya damak tadımız yoktu ya da taşranın yarattığı kayboluşta kendimizi tavuk dönerci tercihlerimizle varetmeye mecbur kalmıştık. 

   Bu varoluşsal sancılarımızı tavuk dönerci tercihlerimizle giderirken acaba periferimiz ne durumdaydı. Diğerlerine fark atıp geçmişmiydik, merkez kaybetmiş ve merkezdeki öğrenciler bizleri taşrada, bir türbe gibi ziyaret için yola çıkmışlarmıydı? Gelip elimizi öpecek ve bu müthiş taktik hamlemizden dolayı utanmak yerine bizlere saygı duyacaklarmıydı? Tavuk dönercilerin büyüsüne kapılıp bu beş tavuk dönerciden hangisinin daha iyi olduğunu bulabilmek için yıllarca bu taşrada kalıp bizler gibi ermek ve ermemek arasında bir  noktada yaşamlarını sürdürebilecekler miydi?

  Derken gazeteyi aldım elime. Gazete periferinin seçim zaferinden bahsediyordu. Ama bizlerden hiç bahsetmiyordu. Zaten periferinin zaferinin artık bizler için hiç bir önemi kalmamıştı. Bizler tavuk dönerin yarattığı esriklikle ülkenin dört yanına dağılmış dervişlerdik artık. Bir tavuk dönerciden ötekisine yol alıyor, hangisi daha yüce, hangisi daha ulu diye dolanıp duruyorduk. Artık aradığımız tavuk  döner bile değildi, sadece kendimizdi .


 Ozan Yardımoğlu

  

  


2 Ağustos 2022 Salı

Sasalı E Tipi







Sasalı E Tipi


  Hayvanat Bahçelerinin  doğal yaşam parkı; kampüslerin külliye, parkların millet bahçesi adını aldığı bir dönemin içinden geçiyordum. Aklıma çocukluğumda evimizi doldurdan aslan sesleri geldi. Evimiz fuarın bitişiğindeydi ve gelen seslere bakılırsa sanki ormanın içinde yaşıyorduk. İzmir Fuarı'nın Hayvanat Bahçesi'nde bizim evin yarısı kadar kafeslerde tıkılı aslancıklar bas bas bağırırlardı. Biz de bu seslere kulak verip ziyarete giderdik onları. İlk gittiğim ziyarette koskocaman bir fil bizim ev metrekaresinde bir alanda boynunu bükmüş bana bakıyordu bu tuhaf sıkışık bahçede.

   Gezegenin değişik yerlerinden  kamyonlara, tırlara bindirilip, Rusya'daki (SSCB) Gorki Parkı'nın bir adaptasyonu olan İzmir Kültürpark içerisinde daracık bir alana tıkıştırmışlardı bu hayvancağızları. Ne suç işlemişti bu garipler acaba ülkelerinde de, cezaları Türkiye'de bir hayvan hapishanesine nakledilmek olmuştu cezaları. Bir de daha sonra anlamıştım bu hayvanların hepsinin cezası müebbetti. Hiç kapıdan tahliye olan bir su aygırı ve kapıda onu karşılayan arkadaşlarını görememiştim Fuar'ın 26 Ağustos Kapısı'nda. Demek ki çok büyük suçlar işlemişlerdi. Eko sistemin bozulmasından, iklim değişikliğinden sorumlu belki de onlardı. Su aygırlarının ve fillerin günlük su tüketim  miktarlarını düşündüğümüzde ekranlarda her gün  yer alan, suyu idareli kullanalım kamu spotları boşunaydı. O nedenle hemen hapse atılmalılardı. Bu canlılar hayvan olduklarından,  bir pişmanlık, bir uslanma da yaşamayacaklarından ve çıkınca aynı davranışları yeniden sergileyeceklerinden  cezaları tabiki müebbet olmalıydı. 

     Eskişehir'deki Hayvan Hapishanesi'nde penguen bile görmüştüm. Kutuplar eridiğine göre sorumlusu penguenlerdi demek. Kutuplarda biz yaşamadığımıza göre herhalde sorumlusu biz olacak değiliz. Kim yaşıyorsa orada sorumlusu odur kötü giden işlerin de. Penguenler belki dış güçleri sorumlu tutmak istemişlerdir ama bunu yemez kimse Antartika'da. Kutuplar erimesin diye hemen tutuklamışlar penguenleri ve oradan çok uzakta bir hayvan hapishanesine Eskişehir'e nakletmişler. Penguenlerden birisi yolda, ikisi de Eskişehir Hayvanat Bahçesi adı altındaki hayvan hapishanesinde hayatını kaybetmiş. Bu üç penguen ölerek cezadan kaçmış ve yasalara yine karşı gelmişler. Diğerleri ise müebbet cezalarını sürdürmekteler. Zaman zaman haftada bir telefon haklarını kullanıp, ES TV'den istek şarkı talep etmekteler.

    Gelelim  boynu bükük masum görünümlü, fuardaki santimetrekare hücresinde cezasını ölerek dolduran azılı suçlu Pak Bahadır'a. Adının Pak Bahadır olduğunu öğrendiğim bu fil, ismi Bahadır olduğuna göre Müslüman olmalı. Pakistan'da hüküm giyip ülkemize gelmiş ya da İzmir Fuar Hayvan Hapishanesi yetkililerine sempatik görünmek için de müslüman olma tercihinde bulunmuş  olabilir. Manevi bir arayış içerisine  girmiş de olabilir tabii. Cezaevi psikolojisi çok farklı. Aynı yöntemi İzmir'e nakledilince İzmirlilere sempatik görünüp kamuoyu baskısıyla yırtabileceğini sanan Zürafa Efe de kullanmıştı. Ama bu tür çakallıklar, hayvan hapishanesindeki çakalların bile işine yaramamıştı. Efe ve Pak Bahadır'ın da işine yaramayacaktı. İkisi de cezaevinde yaşamlarını yitirmekten kurtulamamışlardı.

  1936'da kapılarını  açan İzmir Hayvan Hapishanesi, 2008 yılında Çiğli'ye Sasalı'ya taşınacaktı. Sasalı Doğal Yaşam Parkı adı altındaki bu hapishane öncekine göre daha büyük hücrelere, havalandırma sistemlerine  sahipti. Ama bu hayvanların özgürlüğünün ortadan kaldırıldığı gerçeğini değiştirmiyordu. Eskiden Avrupa'da sömürgeciliğin ilk dönemlerinde Afrika'dan getirdikleri insanları kafesler içerisinde sergiledikleri gibi bu hayvanlar da hem cezalarını çekiyor, hem insanlara bilet karşılığı gösteriliyorlardı. İnsan cezaevlerine biletle girip gezmeyi bırakın, ziyarete bile gelmenin izne tabi olduğunu düşünürsek açık görüş imkanı açısından çok da özgürlükçüydü bu hapishane. Tabi hayvanların dışarıdan temiz atlet, kısa montekarlo getirecek para kazanan insan dostları varsa. Çünkü hayvanlar para kazanmazlar o kadar tembeldirler ki hayvanlar, bir işe girip para kazanıp, emekli olmak bile gelmez akıllarına. Anca ülkelerinde suç işleyip, uzak diyarlarda bir hayvan hapishanesinde belediyelere yada işadamlarına, ceza çektikleri kafeslerinde teşhircilik yapıp para kazandırırlar.Yazık!

    Bu teşhirci, bu uslanmaz arlanmaz hayvanların dosyaları da farklı farklıdır. Suçun içeriği insan da farklılık gösterir de hayvan da farklılık arz etmez mi. Su aygırı, aşırı su tüketip gezegenin kaynaklarını yok etmekten; Zürafa Efe, beslenmek kisvesiyle ormanlara zarar vermekten; penguenler, kutupları eritmekten; kutup ayısı kokakola'yla yaptığı sözleşmeyi ihlalden; Akbaba, kadın cinayetinden; tavşan, tecavüzden ceza almış olabilir ama Pak Bahadır'ın ki sanırım düşünce suçuymuş. Çünkü ben daha önce öldükten sonra kendisine anıt mezar yapılan bir hayvan görmedim kentimde. Öldükten sonra  Pak Bahadır'a anıt mezar yapıldığına göre demek fikir suçlusu. Pak Bahadır, 59 yaşında, 2007'de öldüğüne göre, diyelim 12 yaşında hapse düşmüş olsun eder sene 1960. Demek ki 27 Mayıs Darbesi'nde attılar bu demokrasi kahramanını içeri. Artık hayatta olmadığına ve onun için anıt mezar yapıldığına göre belki de demokrasi şehidi Pak Bahadır. Bilemeyiz malumat sınırlı. Hayvan hapishanesi arşivindeki veriler herkese açık değil. 

  Hayvan hapishanesinde her hayvan çok da suçlu değil anladığım kadarıyla. Yıllardır üstü açık kafeste kaçabilecek bir pelikan var örneğin. Belki gezip dolaşıp bir Foça yapıp geliyordur akşamları kafesine. Onun ki yarıaçık cezaevi de olabilir. Foça Yoğurdunu üreten mahkumların içerisinde belki o da vardır. Belki de Yılmaz Güney'in Zavallılar filmindeki gibi aç kalmamak ve ısınmak için hapishaneye girmeyi tercih etmiş de olabilir bu pelikan. Bu Pelikan'ın bir de Karşıyaka'da heryerde heykeli var. Yarıaçık cezaevinde olup da heryere heykeli dikildiğine göre bu Pelikan da  sanatçı olmalı. Edebiyatçı yada yönetmendir büyük ihtimal. Yasaklı bir filmi yada romanı da vardır mutlaka.

  Hayvan hapishanesi kurmayı ve hatta onu Sasalı'ya taşıyıp şartlarını iyileştirmeyi bir kamu görevi gören belediyemiz, bir ara faytonculuğu da belediye bünyesine almış ve Hollanda'dan getirttiği atlarla Hollanda'lı at dostlarımıza belediyede iş imkanı da sağlamıştı. Dil ve iklim sorunu olan bu hayvanlar daha sonra gelen belediye başkanı tarafından işten atılıp Sasalı Hayvan Hapishanesi'ne cezalarını çekmek üzere gönderilmişlerdi. Bu Hollandalı atlar büyük ihtimal belediyenin malını zimmetine geçirmiş, yolsuzluk yapmış yada kamu kaynaklarını kendi menfaati için kullanmış olacak ki hemen toplu halde işten atılıp Sasalı'da müebbete layık görülmüşler. Zaten bu hayvanlar gavur. Kendi hayvanın burada işsiz, sen kalkmış ecnebi hayvanları işe sokuyorsun. Sonu bu olur işte!

   Bu ecnebileri işe sokma hususunda ders almış olacaklar ki, 1930'lu yıllarda yurtdışından getirilip işe sokulan İzmir kentinin simgesi durumuna gelen  palmiye ağaçları Rhynchophorus Ferrugineus isimli böcek marifetiyle kurumuş, yani iş hakları feshedilmiş bir şekilde palmiyelerin. Kuruyan palmiyelerin yerine yeni palmiyeler gelmediğini, dikilmediğini gördüğümüze göre artık yerli ve bizim ağacımız işe girecek demek ki. Kamu kaynaklarıyla sulanacaklar, bakımları yapılacak, büyüyecek yerli ve milli ağaçlarımız. Bazı şeylerden ders almak da güzel. Hoşçakalın kökü dışarıdaki palmiyeler!

  Bir de kökü dışarıda olan  papağanlar var İzmir'in eski hayvan hapishanesinin çevresinde, fuardaki ağaçların dallarında. Bizler saf insanlar olduğumuz için bu yeşil, sevimli papağanlara bayılmıştık ilk görüğümüzde. Meğer bu yeşil papağanlar istilacı bir türmüş ve yumurtaları kırılarak popülasyonlarının ortadan kaldırılması sağlanacakmış. Kürtaj gibi birşey sanırım. İnsanlar için kürtajı yasaklayanlar, zorlaştıranlar hayvanlara bu özgürlüğü sunuyorlar bu da güzel birşey. Deney kafesindeki kobaylar gibi bütün ilerici, özgürlükçü hamleleri de hayvanlarda deneyerek başlatacak demek insanlar. Ben buradan bunu anlıyorum. Harika!

   Bu yeşil papağanları neden Sasalı'ya tıkmıyorlar, demek ki  yasada yeri yok bunun. Bu hayvan hapishanelerinin kamuya yarattığı büyük maliyetler de var tabi. Örneğin Sasalı Hayvan Hapishanesi'nin 2009'da yıllık maliyeti 6 milyon TL imiş, kim bilir şimdi kaç milyon TL?! Bu şehirdeki insanlar olarak, başka ülkelerdeki hayvanları hürriyetinden mahrum bırakmak için ve insanlardan bir bölümü arada sırada bilet alıp yerlerinde duruyor mu bu hayvan mahkumlar endişesiyle gelip baksın diye milyonlarca lira harcıyoruz kamusal cebimizden. Çok fedakar insanlarız gerçekten. Ama artık biraz da hayvanlar fedakarlık yapsın lütfen. Düşsün artık insanların yakasından şu hayvanlar!

Ozan Yardımoğlu





2 Nisan 2022 Cumartesi

Öykü: Doğrudan Kıraathanesi

 




Doğrudan Kıraathanesi


  Rıfat Abi saatine baktı. Toplantının başlamasına daha 15 dakika vardı. Kahveye en erken gelen oydu. Aralarında en okumuşu da oydu. Belediyede memuriyete girdikten sonra maaşı artsın diye açık öğretim okumuştu. Hiç aklına gelmezdi edindiği bu lisans derecesi eğitimin ileride AB Fonları nedeniyle kuracakları komünde onu en eğitimli seviyeye taşıyacağını ama gelmişti aklına bir kere. Başladı düşünmeye. Milliyetçi ve mukaddesatçı bu kahve sakinlerinin ne işi olurdu bu komün momün dedikleri Moskofçu işlerle. Moskofçuluk da bitmişti ama bu komün lafı bitememişti bir türlü. O nedenle sevemediler bu komün lafını.Cemiyet demeye başladılar aralarında. Belediyedeki projeler dairesindeki Emin'den duymuştu bunu Rıfat Abi. Avrupa Birliği doğrudan demokrasi deneyimlerini desteklemek için para veriyordu. Dedi "nedir bu doğrudan demokrasi" Rıfat Abi. Dedi ki Emin ona "Abi  toplanıp mahallecek kararlar alıyorsunuz, yani kendi mahallenizi kendiniz yönetiyorsunuz, Avrupa Birliği de para veriyor. Ben size ön ayak olurum, kurarız bir dernek yaparız usulünce, hem dünya demokrasisine bir katkınız olur, hem de yolumuzu buluruz biraz şu pahalılıkta". 

  Aklına yattı bu iş Rıfat Abi'nin. Zaten kendi mahallelerini kendilerini yönetiyorlardı mahallenin bir kesim erkekleri olarak. Onların sözü geçerdi mahallede. Üstüne para da alacaklardı bir de. Vay be dedi Rıfat Abi, zaten üstlendiğimiz bir sorumluluğun sonunda kıymeti de bilinecek hem de maddi olarak, koştu Muhtar Hamza'nın yanına. Muhtar Hamza'yla da durumu istişare ettikten sonra girdiler bu mevzuya Emin'le.Yaptıkları projeler de onay alınca geldi avrolar. Avrolar geldikçe kaptırdılar kendilerini bu doğrudan demokrasi şeysine. Zaten mahallede sözü geçen abiler olarak, muhtar Hamza'yı da işin içine katarak başladılar mahalleyi ciddi ciddi yönetmeye. Avrupa Birliği bu doğrudan demokrasi deneyiminde kadınların ve çocukların yönetime katılımını çok önemsese de onlar hiç önemsemediler ama önemser gözükmeyi çok önemsediler. Hatta kağıt üzerinde eş temsil, eş başkan, çocuk başkan, hatta bebek üyeye kadar vardırdılar demokrasilerini. Çocuk hakları olduğu kadar bebek hakları da var dediler. Mahallenin köpeği  Bahtiyar'ı bile yönetim kuruluna yazdılar. Çünkü sadece insanların değil hayvanların da hakları vardı. Hatta kahvenin önündeki asırlık çınar ağacını da bu deneyimin içine katmadan edemediler. Çınar Ağacı da yönetimdeki yerini aldı. Çünkü doğanın da hakları vardı. AB'nin tahsilli ve talihsiz uzmanları  bayıldılar bu icraatlara. Ne güzel bir doğrudan demokrasi deneyimiydi bu. Sokaktaki ağacından, köpeğine, beşikteki bebesine kadar herkesin katıldığı bir yönetişim süreci ne müthişti. Ödüller, takdirler bile verdiler bu deneyime. Bu akılları veren belediyeden Emin de, Avrupalı dostların gözdesi olmuştu. Olmuştu da gerçekte ne ağacı ,ne köpeği, ne kadını kattıkları  vardı işlerine. Bahtiyar'ın önüne, kalan pilav artıklarını yemek diye koyup, derneklerinin tabelasını çaktıkları çınar ağacının gölgesinde, Rıfat Abi'nin hanımı Tülay Yenge'nin yapıp gönderdiği  kurabiyeleri kemirip başladılar toplantıya. Toplantı başlarken esen rüzgarın etkisiyle adı Çınaraltı Kahvesi'yken, Doğrudan Kıraathanesi olarak değiştirilen kahvelerinin yeni ismini taşıyan tabela düşeyazdı. Kuruyemişçi Serdar tabelayı düzeltmek için ayağa kalkarken  "doğrudan ayrılmayınız" hadisi şerifini hatırladı. Bu doğrudan o doğrudan mıydı. Sonra aklına geldi ki o hadisi şerif "doğrudan ayrılmayınız" değil "doğruluktan ayrılmayınız"dı. Zaten elin gavurunun hadisi şerifle ne işi olurdu. Çınaraltı adı daha iyiydi ya neyse dedi içinden düzeltti tabelayı ve geçti yerine.

   Doğrudan İdare Derneği'nin başkanı aynı zamanda da mahallenin muhtarı Hamza başladı söze. " Arkadaşlar dedi, şu AB gavurundan güzel paralar kazandık. Hem cebimiz biraz para gördü hem belediyemizin ertelediği bir sürü ihtiyacını gördük mahallenin gördük de elin gavuru para versin diye de geleneğimize, göreneğimize ters düşen işler de yaptık. Mahalleli hoşnutsuz. Doğrudan demokrasi dedikleri bir mahallenin kendisini yönetmesi dediler de biz para gelecek diye hep gavurun beğendiğini yaptık. Derneğin mis gibi arsasını vermedik inşaata gittik bağ-bostan organik tarım alanı yaptık. Üç-beş zengine organik ürün yetiştirip şekil yapacağız diye cillop gibi arsa duruyor bomboş. Sonra kadın voleybol takımı kurduk. Mahalleliyi karşımıza aldık. Ha benim 3 erkek evladım var da mahalleli muhtar senin kızın poposunda donla çıkıp top kovalasa hoşuna gider mi demeye başladı. Çoğu çocuğunu aldı bile takımdan. Entel semtlerde var diye kafe tarzı bay-bayan kahvesi yaptık kıraathanenin bir bölümünü. Ha mahalleden kimse kadınına kızına zaten müsaade etmedi de, dışarıdan gelenler  huzuru erkanı kaçırmaya başladı. Tiyatro da kurduk ki o en kötüsü oldu. Kadınla erkek aynı kapalı mekanda içiçe, sımsıkı, yanyana olmaz muhtar demeye başladılar. Sonra AB'ye hoş gözükeceğiz diye belediyeden rica ettik eskiden papaz mı ne yaşarmış Arslan Bey sokakta oraya onun adını verelim dedik verdik de. Eh mahalleli de haklı. Doğrudan demokrasi yapalım derken gavurun oyuncağı yaptınız mahalleyi. Hani kendimizi yönetecektik. Bırakın kendimizi yönetmeyi doğrudanı mahalleyi siz bile yönetemez oldunuz. Vermiş gavur elinize listeyi o ne derse tamam yeter ki gelsin avrolar. Komşular haklı arkadaşlar. Bundan sonra eksik olsun gavurun parası da ödev listesi de. Mis gibi arsamız var veririz müteahhite alırız dükkanımızı, büromuzu veririz kiraya eskisi gibi geçiniriz gül gibi. Yoksa bu mahalleli kahveyi de derneği de başımıza yıkacak. Eh doğrudan diyorlar, biz de doğrudan yapalım bundan sonra ahali ne derse onu yapalım ki olsun gerçek demokrasi"

  Rıfat Abi sigarasını yaktı ve girdi söze. "Haklısın muhtar. Bu Avrupa Birliği mevzusuna ben soktum sizleri ama pişman mıyım pişmanım. Doğanın hakları diye diye mahalle köpek doldu. Önüne gelen belediye köpeği toplayıp buraya atıyor. Nasılsa biz bakarız diye. Yolda yürüyemez olduk. Sonra bu LGBTİ  LBTT mi ne boksa hakları olayı aman iyi ki ona girmedik. 10 tane dairesinden beşini onlara kiraya verecekti minnet rica İsmet Bey de baktı sonunda mahalleden dayak kokusu geliyor vazgeçti adam. *bneyi puştu doldurmadan mahalleye çark ettik neyse ki. En iyisi biz dönelim örfümüze adetimize geleneğimize. Parası da eksik olsun gavurun, yapılacaklar listesi de."

  Sözü derneğin sekreteri emlakçı Hüseyin aldı. "Dilimde tüy bitti şu arsayı verelim diye tutturdunuz Avrupa vermez sonra para diye geldiniz mi şimdi sözüme. Mahalle de ar namus kalmadı, hadi onu geçtim adımız çıktı köpek bakıcısına. Bu ley gezbiyen hakları mı nedir oradan da adımız oğlancıya, ablacıya çıkmadan çıkalım bu yoldan."

  Mahallenin okul müdürü Süleyman Hoca ise "arkadaşlar artık ben bu sizin para seviciliğinize katlanamayacağım. Ahlak ahlak diye yırttım kendimi belki birazına engel olurum diye ama sizin gözünüze avro yapıştırmışlar görmez olmuşsunuz burnunuzun dibindeki kepazelikleri. Tamam okula atölye, spor odası, kütüphane bişeyler de yapıldı ondan sesim çıkmadı ama artık benden bu kadar. İstifa ediyorum. Mahalleliye derdinizi siz anlatın. Ben artık yokum." diye kalkıp ağacın dibindeki tahtadan yapılan WC'ye girdi ve bir daha oradan çıktığını gören olmadı.

 Derneğin yönetimindeki  marketçisi, tavukçusu, otoparkçısı, fırıncısı hepsi dert yandılar. 
Ve karar için oylama istediler.
Rıfat Abi bir sigara daha yakıp aldı sözü yeniden. "Arkadaşlar bu belaya sizi ben soktum ben çıkaracağım. Şimdi biz bıraktık bu işleri kapattık derneği, almıyoruz Avrupa'dan para mara desek buna kimse inanmaz. İnanan da sonra hatırlamaz. Derki köpek sevici, oğlancı, gavat mahalle ha hatırladım der mahallemizin lafı geçince. Bundan sonra döneceğiz örfümüze, projemizi de örfümüze göre yapacağız. Avrupa reddettikçe daha çok yapacağız proje örfümüze göre. Sonra gastelerde boy boy haber olacağız. Hem mahallelinin sözü gelecek iktidara gavurun yerine, hem şanımızı şerefimizi kurtaracağız."

  Muhtar Hamza düşündü "mantıklı" dedi." Öyleyse ilk iş şu  bayan voleybol takımını kapatıp yerine dikiş kursu açalım. Ha aslında ona da para verirdi AB ama bayan voleybol takımını kapatıp onun yerine kurs açacağız deyince vermezler, vermesinler de zaten. Sonra şu çınar ağacı sinek yapıyor yıllardır. Yok tabiatın hakkıymış, yok avro kaynağıymış. Odunu aldık yönetime para gelecek diye cümle aleme makara konusu olduk. Odundan başkan, köpekten yönetim yaşasın demokrasi diye dalga geçiyor herkes. Bu köpekler mi Avrupa'nın köpeği siz mi Avrupa'nın köpeğisiniz hav hav hav diyenler bir taraftan, bu ağaç da kök saldı iyice siz bunu başkanlıktan zor devirirsiniz diyenler mi. O nedenle bu ağacı da kurt yedi, böcek yedi hastalandı deyip yarından tezi yok kesiyoruz. Köpekleri de birer zehirli ciğer kasap Hamdi sen de bu iş. Tiyatroyu da kapatıp düğün salonu yapma zamanı geliyor da geçiyor. AB'den para gelsin diye çoluğumuz çocuğumuz sokak düğünü yapıyor güzelim salon varken. Salonda ne yapılıyor hayhuy neymiş tiyatroymuş. Tiyatro da oldu düğün salonu. Bu bay-bayan kahvesini de kiraya verelim diyorum ben yada taziye evi yaparız. Vefat oluyor mahallede evler tıklım tıklım sonra. Şu çocuk merkezi de saçma. İçinde iki tane dandik dinozor heykeli, yok gezegenmiş, yok elementmiş maket dolu her yer, bilimmiş diye yutturduk da kapatalım gitsin. Çocuklar seviyor gerçi ama onlara da açarız bir internet kafe oyun salonu, felsefe evinin yerine tamam. Çocuklar beynimi yiyor zaten şu bilim merkezinin yerine yap bir halısaha başkanım, şu felsefe evinin yerine aç bir internet cafe başkanım diye. Madem doğrudan demokrasi. Ne istiyor millet, düğün salonu, dikiş kursu, taziye evi, halısaha, internet kafe,bilardo salonu. Sonra şu sanat galerisi. Napsın bizim mahalleli sanat galerisini. Çok küfür yiyoruz oradan da. Elinde şarapla tuhaf tuhaf resimlerin etrafında garip garip tipler geliyor. Mahalleli ateş küpü. Muhtar sen mi kapatacan burayı yoksa biz yakalım bir gece yarısı diyorlar. Orayı da ufak bir pazar yeri yaparsak hem mahalleli alışverişini görür, parasını kazanır. Hem böyle mahalleye zibidi zibidi tipler gelip ellerinde şarap huzur bozamazlar. Sanat sineması da o hesap. Millet istiyor gülmek manyak manyak filmler oynatıyoruz ahlaka da ayrıkı içerikler. Neyse ki kimse gidip izlemediğinden oradan bir şikayet gelmedi çok şükür. Orayı da Kur'an Kursuna veririz yeri küçük kursun. Rahat etsin çocuklar ferah ferah."

  Doğrudan İdare Derneği'nin yöneticilerinin yüzünde güller açtı muhtarın bu projeleri sonrasında. Zaten mahalleli de bunları istiyordu. Yıllarca doğrudan demokrasi diye diye mahalleli neyi istemezse o yapılmıştı. Zararın neresinden dönülse kardı. 

  Rıfat Abi yaktı bir sigara daha. Rıfat Abi çok sigara içiyordu. Avrupa'dan gelen paralar Rıfat Abi'nin sigarası gibiydi. Keyifliydi ve hemen biterdi. Rıfat Abi dedi ki" Bu sigara da güzel de zararlı işte. Avrolar da öyle güzel de artık zararı faydasını geçti. Millet ne isterse o. Millet karısı kızı kıçında donla parkelerde kıç göstersin istemiyor. Elin herifleriyle müsamere yapsın istemiyor. Başka mahallelerden zibidiler sanat ayağına şarap içip kafa çekip sokağa işeyip gitsin istemiyor. Millet ne istiyor hizmet istiyor. Öyleyse Emin'in de bana en başta dediği gibi yaşasın doğrudan demokrasi, millet ne derse o bundan sonra.

  Muhtar Hamza ayağa kalktı "hadi arkadaşlar hayırlı uğurlu olsun kararlar. Bundan sonra huzur ve hizmet var. Gavur da parasıyla kendine başka köpek bulsun. Köpekleri de zehirletecem zaten yarına kalmaz." dedi ve WC'ye girdi. Rıfat Abi de "arkadaşlar ben de bir su döküp gelecem" dedi. Ardından Kuruyemişçi Serdar, Emlakçı Hüseyin tüm diğer yönetim kurulu üyeleri teker teker WC'ye girdiler. Toplantıyı yan masalardan izleyen ve kararlardan son derece memnun olan ahali bu çişten durum karşısında azıcık da şaşkındılar. İçlerinden birisi "dur ben bir bakayım şu WC'ye. Tek kişilik değil miydi bu hela yav. Muhtar avrolarla bunu da mı büyüttü" diye kapıyı açtığında onu karşılayan limon kokulu bir sifon sesiydi. Sifon bozulmuştu ve akıtıyordu. Tesisatçı Hilmi önce tamir etmeyi düşündü ama sonra vazgeçti. Limon kokusu tuvaleti mis gibi kokutuyordu. 

Ozan Yardımoğlu

21 Ocak 2022 Cuma

Öykü: Mahallemizin Komünü



Mahallemizin Komünü 


  Hep duyardık anlatırlardı bizim köyde bir komün kurdular ki ne dayanışma ne dayanışma, imece yanında solda sıfır. Dedim biz de yapalım bir komün gideriz bir milyoncuya ne gerekiyorsa alırız başlarız. Aldım elime kağıdı kalemi gerekli malzemeler: biraz insan, ortaklaşa yapılacak bişeyler, elde edilecek o şeylerin ihtiyaca göre bölüştürülüp şeyedilmesi, şeyedildikten sonra hırgür çıkmadan devamının devamı. Liste tamamdı. 


   Önce insandan başlamak gerekti. Mahalleye yeni taşınmıştım. Coğrafi olarak en yakın uzaklık karşı balkonumda oturan emekli şöför amcaydı. Ben onun emekli bir şöför olduğundan haberdardım ama sanırım onun benden haberdar olmak gibi bir kaygısı pek yoktu. Komün için ilk parçayı bulmuş gibiydim. Kendimi de komün için ilk parça olarak değerlendirilebilirdim tabi  ama ortaklaşa yapılacak bişeyler kısmında elimden tamirat , elektrik ,  el emeği, üretim gibi hiçbir iş gelmediğinden kendimi bileşenlerin sonuna saklamalıydım. İsminin Durmaz olduğunu öğrenerek samimiyeti arttırmanın en kıymetli yolunu da elde etmiş bulunuyordum. Feodal ilişkilerden kalma bir amca söylemi bütün kapıları açabilir, emekli de olsa engin tecrübeye sahip bu değer, komünümüze oldukça yol aldırabilirdi. Bir pazar sabahı kendisinin balkonda olmasından istifade ederek balkonumdan balkonuna "günaydın Durmaz Amca" diye seslenerek ilk teması kurdum ama onun benimle bırakın komün kurmak, temas kurmak dahi umrunda değildi. "Seni tanıyamadım" dedi. "Eeee göründüğü gibi karşı balkonundayim yani karşı karşıya oturan insanlar komşu diye adlandırılır, tanımasan da tanışmış olduk artık" diyecektim ki çiçeklere bakmayı bahane eder bir tavırla yavaşça gözden uzaklaştı. O  günden sonra onu bir daha göremedim. Çünkü emeklilere verilen  ikramiyeyle ilk işi beni görmemek için bir panjur yaptırmak oldu ve o panjur hiç açılmadığı için onu bir daha hiç  göremedim. Durmaz Amcanın komüne katılmayacağı hatta katılmayı bırakın bana selam dahi vermeyeceği artık kesinleşmişti. Panjur açılsaydı belki bir umut yine olabilirdi. Ama o panjur bir daha hiç açılmadı. Kimbilir belki de panjur bozuldu yine de kendisine karşı önyargılı davranmak istemem.


    Durmaz Amca seçeneği ortadan kalkmıştı ve havalar çok ısınmıştı. Komün kurmak için artık evden çıkmak pek mümkün değildi. Komünümü balkondan oturduğum yerden kurmalı, ilişkilerimi saksılarımın arasından görünecek sevimli yüzümle sağlamalıydım. Bu nedenle ikinci seçeneğim Durmaz Amcanın alt katındaki yaşlı teyzeydi. Kendisine her çiçek sulamaya çıktığımda selam verirdim ve o da beni kırmaz selamıma karşılık verirdi. Yaşlı teyzeye komün fikrimi açmak üzere tam balkona çıkmıştım ki bir ambulans sesiyle sarsıldı mahalle. Komünümüzün bilge kişisi olmaya aday teyzemiz de bir ambulansla uzaklaştı mahallemizden. Ambulans bir daha geri dönmedi mahalleye. Her 112'yi arayıp sorduğumda da panjur gibi suratıma kapatıldı telefon. Evimizin yakınından ne zaman bir ambulans geçse içim umutla dolardı. Oysa ambulansla gidenler ambulansla dönmezlermiş.Bunu da birazcık geç öğrendim. Bu bilgi eksikliğim de komünümüz için oldukça zaman kaybettirdi bana. Balkonda oturup ambulansın geri dönmesini beklemek yerine yeni ilişkiler kurabilirdim bu geçen sürede. Olmadı ama yine de hiç birşey için geç değildi.


    Komünün ulaşım ve bilgelik gibi iki kritik noktasını dolduramamıştık belki ama bir komün en başta üretim demekti ve karşı apartmanın altındaki bir kapı büyüklüğündeki dükkanında yıllarca yaptığı boya ve tamirat işlerini övünçle sergilercesine oturan ama artık hiç boya yada tamirat yaptığını görmediğim 80 yaşındaki Metin Amcaydı bu sefer  hedef. Metin Amca belki üretim sürecimize katılamayabilirdi ama üretim sürecimizin nasıl sürdürüleceğine dair bize sunumlar yapıp, workshoplar hazırlayabilirdi. Metin Amca her zaman babamı sorardı, babamı nereden tanıdığını hep merak ederdim. Babamla olan hukukuna da güvenerek kendisini yaz sıcağıyla kavrulan balkonumdan takibe aldım. Hangi konularda komünümüze katkı sunabilirdi incelenmeliydi. İnceleme sürecimde Metin Amcanın herkese "baban nasıl selam söyle" dediğini keşfettim. Metin Amcanın yoldan geçen herkesin babasını tanıması mükemmeldi.Demek ki  geniş bir çevresi vardı.Ama bir süre sonra Metin Amcanın soru sorduğu insanların onu tanımadığı dikkatimi çekti. Belki bu insanların babaları bile tanımıyordu Metin Amcayı. Sanırım Metin Amca aslında kimsenin babasını tanımıyordu. Babamı bile tanımıyor olabilirdi.Galiba Metin Amcanın aslında tanıdığı kimse yoktu.Yoldan geçen herkese üfürüyor, bazıları babasını tanıdığını düşünerek kendisine her geçişte selam veriyordu.  Yıkılmıştım. Metin Amcanın ilişkileri bir hayal ürünüydü. Belki boyacı, tamirci bile değildi. Sadece saygı görmek için tuttuğu telefon kulubesi büyüklüğündeki dükkanında boyacı numarası yapıyor da olabilirdi. Belki o da bir komün kurmak istiyordu. Yoldan geçen herkese "baban nasıl selam söyle" diyerek yeni ilişkiler kurarak komününün temellerini atmaya çalışıyor da olabilirdi.Eğer öyleyse benden daha başarılı olduğu kesindi. Karşı apartmandaki iki daire  ve bir dükkancıkla temas kurmaya çalışmaktan daha akıllıca bir yöntemdi "baban nasıl" diye herkese laf atmak.Ama o 80 yaşındaydı. Ben ise yoldan geçen herkese "baban nasıl selam söyle" diye seslensem değil komün kurmak ya dayak yerdim ya da akıl hastanesine kaldırırlardı. 


  Balkondaki gözlemlerim yazın sonuna kadar sürdü. Metin Amca ne gerçekten yoldan geçen bir kimsenin babasını tanıyabildi ne de komün kurabildi. Artık ondan da umudumu kesmiştim.Bu mahallede komün falan kurulmazdı. Bu insanlar liberter amaçların insanları değillerdi. O insanlar başka mahallede oturuyor olmalıydı ama hangisinde. 


   Yaz bitti, ne panjur açıldı bir daha karşı balkonumdaki, ne ambulans geri döndü mahalleye. Metin Amca, babamın bize geldiği bir günün ertesi günü bana "geçen gün  size gelen baban mıydı, kayınpederin miydi" dedi ve komün projem bu mahallede böylece  bitti.


Ozan Yardımoğlu



14 Eylül 2021 Salı

Vahap Özaltay Söylüyor: Black or White







Vahap Özaltay Söylüyor: Black or White 


  Çocukken klibi çıktığında büyük bir ilgiyle bizleri televizyon ekranlarına çeken ve ırkçılığın karşısında aldığımız ilk tutumlara sıkıca tutunmamızı sağlayan parçanın adı Black or White'dı. Coşkulu bir dansçı grubuyla siyah ya da beyaz hiç fark etmez bütün insanların farklı da olsa eşit olduğunu anlamamıza yardımcı olurdu bu hoş musiki. Birlikte dinlediğimiz  bu şarkıyla Birleşik Devletler'deki ırkçılığa sertçe tutum alabilen arkadaşlarımızın yıllar geçtikçe kendi ülkeleri ve coğrafyalarında aynı tutumu çevresindeki insanlara karşı sergileyemediklerine üzülerek tanık olduk. Davulun sesi uzaktan hoş gelir cümlesi ne kadar hoş değilse bu atasözünde anlatılmak istenen anlama ulaşmaları da o kadar hoş değildi bu arkadaşların.  


  Ayrıca davulun sesi uzaktan hiç de hoş gelmezdi. İzmir Fuar'ında dinlediğim konserlerin içimde yarattığı coşku, gitmediğim konserler için geçerli değildi. Çünkü evimiz fuarın yanındaydı ve konserler evimizin içine kadar ulaşıyordu. Oysa davulun sesi uzaktan hiç de hoş gelmiyordu, geceleri uyutmuyor uykusuz bırakıyordu. Davula yakın olmak ya da hiç muhatap olmamak en mantıklısıydı. Davulu uzaktan dinleyen arkadaşlarımız aynı pasaporta sahip olduğumuz yurttaşlarımızdan bir bölümüne yada birden fazla bölümüne black or white diyemiyordu. Onları sevmiyor, onlara öfkeleniyor, onlardan nefret ediyor, onlara hain diyor, onlara defol diyordu. Arkadaşımız olmayanlar ise linç girişimine kadar vardırıyordu. Biz ve onlar diye keskin çizgiler koyuyorlardı. Oysaki bahsettikleri insanlarla en başta aynı gezegenin insanı, aynı türün paydaşı ve çizilen ulusal sınırlar açısından bakarsak aynı ülkenin yurttaşlarıydık.


  Black or white'ı ve davulu, uzaktan seven dostlarımızdan bir bölümü göçmenlikleriyle de çok övünürlerdi. Göçmenlerdi. Ama kendileri değil. Kendilerinden önceki yurtlarından koparılan soyağacındaki insanlardı aslında göçmen olanlar. Göçmen olmak yaşanıldığında hiç sevinilecek bir durum olmayan ama sanırım kuşaklar sonra bölgedeki yerleşimlerini garantiledikten sonra övünç kaynağına dönüşen bir durumdu sanırım. Öyle olmasa biz Selanik'ten gelmişiz, biz Varna'dan, biz Kırım'dan... diye övünen insanlar bugün başka coğrafyalardan gelenlere atalarının uğradığı  zorlukları fazlasıyla yaşatmazlardı. Black or white'ı severlerdi, davulu uzaktan dinlerlerdi ve kendilerinden göçmen diye bahsedip, göçmenlerden nefret ederlerdi. 


  Belki de şarkıyı bir de Vahap Özaltay'dan dinlemeleri gerekirdi. Vahap Özaltay 1965'de vefat etmişti. Black or White ise 1991'de buluşmuştu dinleyenleriyle. Ama bir kağıdın üzerine yazdığımız yazıda her şey mümkündü. Türkiye'nin Afro-Türk'ü, siyah beyazlı formayı terleten, Türkiye'nin yurtdışına transfer olan ilk profesyonel futbolcusu Vahap Özaltay'a Black or White'ı neden söyletmeyelimdi. Afganlardan, Suriyelilerden nefret edenler için Beyrut'tan gelip milli formayı da terletmiş, soyadını çok sevdiği kulübü Altay'dan almış bu siyah inci ne derece manalıdır bilinmez ama milli gururumuz Lefter'in evinin 6-7 Eylül pogromunda saldırıya uğradığını düşündüğümüzde belki de çokça bir şey ifade etmezdi. Kulübünün renklerini düşündüğümüzde belki de renkleri anlamlandırmada biraz değişikliğe neden gidilmesin denilebilirdi. Birleşik Devletler'de George Floyd polis şiddetiyle öldürüldüğünde tepki verenler, kendi ülkelerinde ırkçılığa devam edenlerle büyük oranda aynı kişilerdi. ABD bayrağı siyahların ve beyazların eşit olduğu bir ülke yaratmak adına siyah beyaz olabilirdi. Renklerini Balkan Savaşı'ndan dolayı siyah-beyaz olarak seçen Altay kulübü de siyahı ve beyazı ırkçılığın karşısında, antifa bir düzlemde, siyahların ve beyazların renginin bir bayrak ve amblemde buluşması olarak yeniden yorumlayabilirdi.


   Çünkü yaratılan  tarihin gerçeklikle her zaman buluşamadığı da başka bir gerçekti. Osmanlıcılık projesinin çöküşü sonrasında Türkçülük bayrağına sarılan İttihat ve Terakki'nin Türk Ocakları'nın zemininde kurduğu Altay Kulübü,  adını da Türkçü mitolojinin dağlarından edinmişti. Ancak tüm bu tarihsel misyona rağmen Altay, ilerleyen süreçte Punta günlerine göre görece de olsa İzmir'in en kozmopolit semtinin kulübü oldu. Ermeni, Rum, Türk, Kürt, Roman, Musevi, İngiliz, İtalyan,... taraftarları tribünlerde hep birlikte "Kudretinle Kuvvetinle Şen Altay" marşını söylüyorlardı. Modernitenin ve milliyetçiliğin dünyadaki çöküşünün bir göstergesi de İzmir'in Alsancak semtinin  siyah-beyazlı ekibinde kendini gösteriyordu. Altay kulübü kurucularından başbakan Şükrü Saracoğlu " Türküz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız" diyordu ama hakikat öyle söylemiyordu.


  Altay Kulübü'nün kuruluş misyonu, İttihatçılığı tarih sayfalarında kalıyordu. Yönetiminde gayrimüslim unsurların da yer aldığı en başta Türkçülük amacıyla kurulan kulüp, dünyada çöken modernite  ve milliyetçilik projesi  için de önemli bir resim çiziyordu. Artık Altay bayrağının bir anlamı da  Black or White'dı. Savaşlarda halkların birbirini boğazlaması bir yas nedeniydi. Siyah ve beyaz her şekilde bize insanların kardeşliğini hatırlatmalıydı.


  Bugün siyahlara karşı ırkçı olmadıklarını, Afganlara ve Suriyelilere kaka deyip, siyahların köşe başlarında saat satan sevimli insanlar olduklarını söyleyen ve Michael Jackson'ı çok seven dostlarımız acaba ülkedeki siyah nüfusu artınca da aynı hümanizmi sergileyebilecekler miydi? Basmane sokaklarında gezdiğimizde artan siyah nüfus bizlere New York sokaklarında geziyormuşuz şıklığı verirken, davulu uzaktan sevenler bakalım davulun sesine yakından da kulak verebilecekler miydi? Türkiye'de Afro-Türk Yalçın Yanık'ın İzmir'den milletvekilliği ve büyükşehir belediye başkanlığı adaylığıyla birazcık görünürlük kazanan, görünmez-bilinmez Afro-Türklere yaklaşım değişecek miydi?


  Tüm bu soruların yanıtını bizlere verecek olan zamanın kendisi ve Michael Jackson dinlemek olmalıydı. Michael Jackson şarkılarını  biraz da başka karakterlerden dinlemek de lazımdı.


   Şarkıyı bir de Vahap Özaltay'dan dinlersek, biz de göçmendik onlar da göçmenler, göçen ailelerimizin yaşadığı zorlukları Suriye'den, Afganistan'dan gelenler umarım yaşamazlar diye diye şarkıyı duyarsak ve şarkının sesini biraz açarsak, yaratacakları negatif dışsallıklara karşı ırkçılık harici insani çözümler üretebilirsek belki o zaman gerçekten Black or White şarkısını anlayabiliriz. Michael Jackson siyahlığından utandığı için mi kendini beyazlattı yoksa "siyah da olsam  beyaz da olsam ben Michael Jackson'ım bırakın lan man kafalar, bırakın şu ırkçılığı "dediği için mi belki bilebiliriz. Black or White şarkısını özümseyerek dinlersek rüyamızda Lefter'in gollerini  bile görebiliriz ve kulağımıza davulun sesi ulaşır hem de yakından: It Don't Matter If You're Black Or White...


Ozan Yardımoğlu







Öykü: KPSSsiz Devrim

  Öykü: KPSSsiz Devrim      İşçi Partisi'nin başkanı, birden heyecanla ayağa kalktı. Buldum dedi. Senelerce sürdürülen devrimci mücadel...