Taşradaki Tavuk Döner
Merkezin önem kaybettiği, periferinin yükseldiğine inanıldığına inanılan yıllardı o yıllar.Yalan da değildi. Kenardan gelen köşebaşını tutuyordu. Üniversite tercih zamanıydı.Üniversite demek kariyer demekti. Baktım kenardan gelen köşebaşını tutuyor. Eh dedim ben de köşebaşının karşısında öyle oturuyorum, hiç de köşebaşını tutamıyorum. O zaman dedim önce kenara, periferiye gitmem gerekli ki, sonra oradan geliriz merkeze, tutarız köşebaşını. Harika bir fikirdi. Bu fikri, hiçbir rehberlik öğretmeni öğrencilerle paylaşmazdı. Sadece kendisine saklardı. Yıllar sonra hayattan ve mesleğinden bıkınca belki işime yarar diye. Mühim fikirler danışmanlık hizmetlerinde parayla satılmaz. Hele bizim gibi devlet okullarında okuyan öğrencilere bu özel bilgiler ücretsiz asla verilmez. Sadece senin puanın burayı tutuyor denilir.
En azından bizim yıllarımızda öyleydi. Belki artık ücretsiz de kıymetli bilgiler verilmektedir. Paranın herşey olmadığı anlaşılmıştır. O yıllarda anlaşılamamıştı. Sadece periferinin yükseldiği bilinmekteydi ve ben de bunu bilen sayıca azınlık içerisindeydim. Bu kıymetli bilgiyi paylaşmamak için kendimi zor tutuyor, geceleri uyku uyuyamıyordum. Ama doğrudan faydası olmayan bilgi neye yarardı ki benim için. Bu faydalı bilgiyi hemen işe yarar bir hale sokup, sonunda meyvesini alınca ahanda işte bakın önce fikir,sonra eylem, yol haritası böyle çizilir,sonuca böyle ulaşılır diyebilmeliydim. Üniversite tercih ekranı önüme çıkınca artık eylem zamanının geldiğini anlamıştım. Herkes Boğaziçi'ni, ODTÜ'yü, Ankara'yı, İTÜ'yü, Ege'yi yazacak ve yıllar sonra sonunda kaybeden olacaktı. Ben ise elimdeki bu paylaşılmaz bilgiyle bir taşra üniversitesini tercih edip fark yaratacaktım. Herşey yolunda ilerliyordu. Bu muazzam bilgiyi kimseyle paylaşmıyordum. Zaten paylaşsam da kaale almazlardı. Eh kendileri bilirdi. Periferinin yükselişinden payını alamayacak sonuçta onlar olacaktı.
O yıllarda taşrada çok fakülte yoktu. Hatta galiba iki fakülte vardı. Ben de tabi ki taktik dehamla o ikisinden daha da sapa yerde olanı tercih ederek farkımı yaratacaktım. Farkımı yarattım ve daha az nüfuslu, daha sapa yerde olanı ve deniz olmayanı, turistik hiç olmayanı tercih ettim. Tercihim tuttu. Kazanan ben olmuştum ve benimle birlikte bu taşrayı bilerek yada bilmeyerek seçen diğerleri de. ODTÜ'yü, Boğaziçi'ni kazananlar gazetelerde ilanlarda boy boy fotolarla görünüyor ama gerçeği hiç bilmiyorlardı. Dört sene sonra periferinin yükselişi sonucu kazanan ben ve benimle bu okuldan mezun olacak arkadaşlarım olacaktı. Şerif Mardin bizi görse elimizi öperdi. Harika bir tercihti bizimkisi.
Taktik, strateji, deha, herşey mükemmeldi. Dört yıl sonra bütün kapıların açılacağı bizlerdik de bu dört yıl nasıl geçecekti bu köy gibi taşra denilen yerde. İşte onun yanıtı yoktu. Ankara'da, İstanbul'da okuyanlar sonuçta bizlerin karşısında kaybedecek de olsa, sosyal yaşamıyla, tiyatrosuyla, sinemasıyla, falanıyla, filanıyla güzel bir üniversite yaşamı yaşayarak mezun olacaktı. Emin de olsam, bir kuşku aklımın bir köşesinde durmuyor değildi. Ya periferi kaybederse?
Kaybetmeyeceği belliydi. Belki kayyım bile atarlardı ileride o şaşalı üniversitelerin rektörlerine. Biz kazanan olacaktık o kesin. Ama karnım da acıkmaya başlamıştı. Taşrada ne yenilebilirdi acaba? Her taşranın meşhur birşeysi vardır. Ben de merak edip sordum nedir buranın meşhur yemeği? Dediler ki köfte. Vay be dedim. Ne kadar ilginç bir yemek. Türkiye'de kendine has köftesi olmayan bir yer var mıdır bilemiyorum.Köftesi olmayan yere mahalli idare kurmuyor bile olabilirler. Biryer için en azından ilçe yada belde olmanın koşulu köftesi olmak olmalı büyük olasılıkla. Yoksa nüfus kriterlerini önemsediklerini sanmıyorum. Bu taşra teşkilatı da sanırım öyle kurulmuş olmalı. İçişleri bakanlığına bir köfte tarifiyle başvurup ilçe olmuş olmalılar. Çünkü mahalli idareler kanunu bunu emreder.
Tabi kamu yönetimi birinci sınıf öğrencisi olduğum ve mahalli idareler kanununu yeteri kadar bilmediğim için bu köfte önerisinden çok etkilenmedim ve ilk bulduğum tavuk dönerciye oturdum. Bu dönercinin yanında başka bir tavuk dönerci, onun yanında bir başkası, onun yanında bir başkası diye uzayıp giden kuyumcular çarşısı gibi arasıra birbirinden kopan tezgahlara sahip olsalarda sanki bir bütün tavuğun isyanı gibi birleşmiş yanyanalık.
Aklım karıştı tabi ve başladım düşünmeye. Bu beş yanyana dizilmiş tavuk dönerci arasındaki fark neydi. Kim neyi daha farklı kılıyordu. Hangisi mayonezi daha çok sıkıyordu, hangisi ketçapta kısım yapıyordu, hangisinin sosu daha yağlıydı, hangisinin arasına koyduğu patates daha kızarmıştı, hangisinde turşu az, hangisinde domates çoktu. Hepsinin yaptığı acaba aynı tavuk dönermiydi yoksa sadece isimleri mi farklıydı dükkanların?
Taşradaki bu illüzyonu çözmek öyle ama öyle zordu ki dört yıl bile yetersiz kalırdı. Artık periferinin merkez karşısında kazanacağı zaferi ve dört yılın bu taşrada nasıl geçeceğini unutmuş tamamen tavuk dönercilere odaklanmıştım. Sabah kalkınca bu dükkanlardan -her öğün yemek üzere- farklı bir tanesinde yemeye başlıyor ve tat alma duygumun sonuca varmasını bekliyordum. Günler, aylar, yıllar geçiyor ama bir sonuca ulaşamıyordum. Genel kanı B. ile başlayanın süper olduğu, ana akımın dışında kalanlar D.'yi, protest takılanlar ise "abi burdan şaşmıcan" diye diğerlerini savunmaktaydı. Bense her ısırışımda bir tavuk dönercinin diğerinden farkını bulmaya çalışırken, aynı tavuk dönercinin birkaç gün öncekiyle lezzet farkını bulmaya başlamıştım. Süreç giderek korkutucu hale geliyordu. Bu dükkanların hepsinin aldığı tavuk aynı yerden olabilirdi. Sosları, turşuları, domatesleri, patatesleri bütün malzemeleri aynı yerden alınmış olabilirdi ve biz sadece taşrada kendimizi farklı hissetmek için bu beş tavuk dönerciden birisini yücelterek kendimize kimlik ve farklılık yaratmaya çalışıyor olabilirdik. D.Tavuk Döner ile B.Tavuk Döner'in sahipleri ortak bile olabilirdi. Belki hepsi aynı kişinindi. Yoksa küçücük bir taşrada neden beş tane yanyana dizili tavuk dönerci olsundu.
Yada belki de Adam Smith haklı çıkmıştı. Bu beş tane tavuk dönerci müthiş bir rekabet ve kaliteyle birlikte birbirleriye yarışmakta ve biz taşralarına gelmiş şehirli öğrencileri şaşkınlık ve lezzete boğmaktaydılar. Hangisiydi acaba bilememiştim, dört senemi bunu çözmeye harcamış ama bir sonuca ulaşamamıştım. Ya damak tadımız yoktu ya da taşranın yarattığı kayboluşta kendimizi tavuk dönerci tercihlerimizle varetmeye mecbur kalmıştık.
Bu varoluşsal sancılarımızı tavuk dönerci tercihlerimizle giderirken acaba periferimiz ne durumdaydı. Diğerlerine fark atıp geçmişmiydik, merkez kaybetmiş ve merkezdeki öğrenciler bizleri taşrada, bir türbe gibi ziyaret için yola çıkmışlarmıydı? Gelip elimizi öpecek ve bu müthiş taktik hamlemizden dolayı utanmak yerine bizlere saygı duyacaklarmıydı? Tavuk dönercilerin büyüsüne kapılıp bu beş tavuk dönerciden hangisinin daha iyi olduğunu bulabilmek için yıllarca bu taşrada kalıp bizler gibi ermek ve ermemek arasında bir noktada yaşamlarını sürdürebilecekler miydi?
Derken gazeteyi aldım elime. Gazete periferinin seçim zaferinden bahsediyordu. Ama bizlerden hiç bahsetmiyordu. Zaten periferinin zaferinin artık bizler için hiç bir önemi kalmamıştı. Bizler tavuk dönerin yarattığı esriklikle ülkenin dört yanına dağılmış dervişlerdik artık. Bir tavuk dönerciden ötekisine yol alıyor, hangisi daha yüce, hangisi daha ulu diye dolanıp duruyorduk. Artık aradığımız tavuk döner bile değildi, sadece kendimizdi .
Ozan Yardımoğlu

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder