21 Mart 2021 Pazar

İzmir'de İki Kadın Müzesi







İzmir'de İki Kadın Müzesi


İzmir'de iki kadın müzesi. Birisi Basmane'deki Konak Belediyesi'nin Hakan Tartan döneminde kurduğu "İzmir Kadın Müzesi". Diğeri ise Karşıyaka Belediyesi'nin Hüseyin Mutlu Akpınar zamanında yıkıp yeniden inşa ettiği Anıt'ın (Atatürk,Annesi ve Kadın Hakları Anıtı) altındaki "Kadına Saygı" Müzesi.


  İki müze de ağırlıklı olarak Türkiye'de alanlarında en üst noktalara ulaşabilmiş kadın biyografilerinden oluşuyor. İki müzede de ilk önce Türkiye'de kadın haklarının sağlayıcısı olarak vurgulanan Atatürk ve cumhuriyetin kurucusu bir kadın olmadığı için onun annesi Zübeyde Hanım karşılıyor bizleri. Karşıyaka girişindeki Zübeyde Hanım fotoğrafının yanındaki "Bir Anne Bütün Dünyayı Değiştirir" yazısını da  hatırladığımızda burada feminist teorilerle de çelişen ciddi bir durum ortaya çıkıyor. Kadının kendi ayakları üzerinde, kendi öz gücüyle erkeklerin ulaşabileceği her konuma ulaşabileceğinin, yapabildiği her işi yapabildiğinin  kanıtı olarak oluşturulan iki müzede de, başarılı bir erkeğin annesi olmayı en büyük başarı olarak en ön sıraya koyma durumuyla karşı karşıya kalıyoruz. Kadını sadece bir anne ve bir eş  olarak gören zihniyete bir tepki olarak da oluşturulan iki müzedeki bu çelişkiyi tabi ki anlamak çok zor değil. 


   İki müzede de I.dalga feminizmin, kadınların seçme ve seçilme hakkı kazanımının etkisini güçlü şekilde görüyoruz. Kadın milletvekillerinin, kadın belediye başkanlarının fotoğrafları ve biyografileri bizleri selamlıyor. Kadın mücadelesinin en önemli karakteri, kurmak istediği Kadınlar Fırkası'na izin çıkmayan Nezihe Muhittin'i de biyografi kalabalığı içerisinde zor da olsa seçebiliyoruz. En aslan payın kendisine verilmesi beklenmese de, Zübeyde Hanım gibi kendisine ayrı bir köşe ayrılmasa da verdiği mücadelenin hakkını birazcık daha alabilseydi diyoruz. 


  Butik müze formatında oluşturulan iki müze lokasyon açısından çok farklılıklar barındırıyor. Karşıyaka'daki "Kadın'a Saygı Müzesi" anıtın altında ulaşımı vapur ve tramvayla da sağlanabilen çok merkezi bir alanda bulunuyor. Alan olarak küçük olmasına da bağlı olarak kadın  biyografilerinin fazla dışına çıkamıyor. Ama bir kadın kenti olarak zihinlerde yer edinen Karşıyaka'da yaşama geçmesi öncü olması açısından da Basmane'deki müze gibi oldukça önemli. Karşıyaka'daki müzenin ismindeki sıkıntı gözlerden kaçmıyor. Kadınların kendi öz güçleriyle başaramayacakları şey yoktur mesajını oluşturan müzenin girişindeki "kadınlara saygı gösterilmesi" ana fikri, kadınların erkeklerin onayına sanki ihtiyacı  varmış gibi yanlış bir algıyla müzeye giriş yapılmasını sağlıyor. Belki adındaki sorun gelecekte düzeltilecektir de.


   Basmane'deki İzmir Kadın Müzesi ise eski İzmir konaklarından birisi içerisinde bizlere merhaba diyor. Basmane'nin ara sokaklarında eski İzmir evlerinin arasından ulaşabildiğimiz müze bizi büyülü bir dünyaya, zamanda yolculuğa da götürüyor. Ama bu büyülü dünya aynı zamanda çevresinde büyük bir yoksulluk ve suç oranını da yanında barındırıyor. Belki oluşturulan bu butik müzenin de bir başlangıç olmasıyla, bölge yaşayan bir tarih müzesine  diğer yapıları da içine katarak zaman içerisinde dönüştürülebilir.


  Basmane Kadın Müzesi'nin bahçesinde ise nedense bir Nazım Hikmet heykeli bulunuyor. Kadın Müzesi'nde bir erkek şairin heykelini görmek bizleri şaşırtıyor. Müzede o kadar başarılı kadın biyografisi ve kadın sanatçılarımızın portrelerini gördükten sonra bu erkek şair de nereden çıktı karşımıza diyoruz müzenin çıkışında. Ve aklıma kadına şiddet içeren Nazım'ın Kızıl Saçlısı'na şiiri geliyor hemen. 

"Pembe yanaklı al dudaklı bir karım olursa eğer..

Olursa 24 ayar ahlaklı..
Anama bakar gibi bakar..
İlaha tapar gibi taparım..!

Ama...!
Kalleş çıkarsa karım..
Anam avradım olsun bir teneke benzin döker yakarım...!"


Yine de Nazım Usta'nın heykeliyle fotoğraf çekilmekten de geri  kalmıyoruz.


  İki müzedeki ana tema da aslında cumhuriyetin kadın hakları konusunda yarattığı kazanımlar ve kadın hakları varsa Cumhuriyet ve Kemalist Devrimler sayesinde vardır, şeklinde özetlenebilir. Tabi Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyetin kuruluşunda emeği geçen kadınları ve her alanda başarılarıyla iz bırakmış kadınları da ayrı bir başlık olarak değerlendirebiliriz. Cumhuriyetin kadınlara sağladığı kazanımların kanıtı olarak da sıralanan biyografilerde kadın hakim, bilim insanı, savcı, belediye başkanı, parti genel başkanı, milletvekili,  sporcu, yazar, pilot, sanatçı... vb tarihi karakterlerle karşılaşıyoruz, kimileriyle ise yeni tanışıyoruz. Basmane'deki Kadın Müzesi'nde bulunan "Protesto ve Kadın Odası"nda ise  Türkiye'deki kadın mücadelesinden ve direnişlerinden kesitler içeren  gazete küpürlerine de erişebiliyoruz.



  Günümüz Türkiye'sinde kadın mücadelesinin her geçen gün güçlendiği ve büyüdüğünü düşündüğümüzde bu müzeleri kuranlara ve yaşatanlara öncelikle emeklerinize sağlık diyoruz. Ancak günümüz politik zemininde bu müzelerin artık kadın mücadelesi ihtiyaçlarını karşılamadığı da aşikar. Kadın mücadelesini değil cumhuriyetin kadın konusunda yarattığı kazanımları odak alan bir müzecilik anlayışının toplumsal gereksinimleri karşılamadaki yetersizliği açıkça göze çarpıyor. Kadın cinayetleri ve kadına şiddet bir taraftan tavan yaparken, kadınların mücadelesinin de tavan yaptığı ülkemizde bu müzelerin ulusaldan evrensele geçişi, kapsamını genişletmesi, dünyadaki kadın mücadelesinin başlangıcından, Türkiye'deki kadın mücadelesinin başlangıcına, geçmişine ve bugününe uzanan bir yelpazeyi odak alan müzecilik anlayışına geçmesi, kadınların sorunlarına başat şekilde yer vermesi, kadın mücadelesindeki anıt şahsiyetlerin ön plana konulması kesinlikle şart görünüyor.


   Erkeğin bahşettiği  hakların yerine  kadının kendi emeğiyle kazandığı  ve kazanmak için mücadelesini sürdürdüğü kazanımlar bu  iki müzede de değişmesi  gereken ana zihin ekseni olarak görünüyor. Cumhuriyetin başarılı kadınları kadar  ülkenin ezilen kadınları , mücadele eden kadınları da müzede daha fazla yer edinmeyi hak ediyorlar. Müzede değişmesi gerekenler düşünüldüğünde bu değişimin kentin kadınlarına sorulması ve bir güncellemeye benim gibi bir erkeğin değil kadınların düşünceleriyle gidilmesi de olmazsa olmaz bir başka koşul tabi ki.


  İstanbul Sözleşmesi'nin feshedildiği bu günlerde bu iki müzenin de üzerinde daha iyi çalışılarak eril tahakküm karşısında Türkiye'deki kadın mücadelesi ve kadın hakları için sağlayabileceği ivme unutulmamalı diyor, pandemi dönemi sonrasında bu iki anlamlı müzenin de ziyaretini şiddetle önerenlerin aksine şiddete karşı bir şekilde öneriyoruz.


Ozan Yardımoğlu




11 Mart 2021 Perşembe

Edebiyattan Sinemaya Bir Mahir Ünsal Eriş Öyküsü: Kimin Adı Feridun?





Edebiyattan Sinemaya Bir Mahir Ünsal Eriş  Öyküsü:
Kimin Adı Feridun?


  Edebiyattan sinemaya uyarlanan onca yapıt arasından "Benim Adım Feridun"u  seçmemin bir nedeni vardı elbet. Mahir Ünsal Eriş'in yaşayan yazarlar arasında yeni kitabının çıkmasını heyecanla beklediğim bir yazar olmasımıydı tek nedeni, belki de değildi? Yaşamayan yazarlar arasında da yeni kitaplarının çıkmasını beklediğimiz yazarlar varmıydı aslında yok değildi. Öldükten sonra bile yazıları ya da yarım kalan çalışmaları yayınlanan yazarlarımız da olmuştu ve hala da olabilirdi. Belki Adalet Ağaoğlu'nun da yeni kitapları çıkardı, kim bilebilirdi? Masal bu ya; bunları düşünürken bir elimde kumanda netfiliks kurcalıyordum ve karşıma "Benim Adım Feridun" çıktı ve tabi ki başladım izlemeye ve izlerken de Adalet Ağaoğlu'nun "Sarı Mercedes" filminin "Fikrimin İnce Gülü" romanının -tanımda hata etmediysem- katli olduğu açıklamaları geldi aklıma.


  Oysa Sarı Mercedes filmi de gönüllerimizde yer etmiş sinemamızın güzide filmlerindendi. Ama Adalet Ağaoğlu filmin romanı yansıtmadığını ve romanı kullandığını düşünüyordu. Tabi sadece düşünmüyor filmin çekimi için yaptıkları anlaşmaların da çiğnendiğinin üzerine basıyordu. Adalet Ağaoğlu, senaryoyu görecekti, film üç yıl içerisinde tamamlanacaktı, romanın ana fikrine ihanet edilmeyecekti ve filmin adı romanın adıyla geçecekti. Bunlar olmadı ve "Sarı Mercedes",  "Fikrimin İnce Gülü" içerisinden fırlayan bir İlyas Salman-Tunç Okan klasiği oldu ama "Fikrimin İnce Gülü" olamadı. Adalet Ağaoğlu haklıydı. "Fikrimin İnce Gülü" romanı aynı zamanda sağlam bir lumpen proletarya eleştirisiyken, "Sarı Mercedes" filmi insan yerine konulmamış, değer görmek ve peşinde koştuğu statü için tüm insani değerlerini harcayıp kendini tüketen bireyin varoluşsal buhranı, trajikomik öyküsüydü.


  Peki  sinemada gördüğümüz Feridun, öyküde gördüğümüz Feridun muydu? Kahramanımız  öyküde de zaten Feridun değildi de ama filmde  hiç değildi. Sanki çay bahçesi sahnesinde arka masada oturan da Mahir Ünsal Eriş'ti. Halil Sezai'nin Feridun karakterine oturmaması, Büşra Pekin'in canlandırdığı karakterin öyküden hariç eklenen bir karakter olması ve öyküyü saptırması baştan  filme "yav bu film o öykümüydü" dedirtti. Şüphesiz ki yaklaşık 20 sayfalık bir öyküyü 1 saat 50 dakikalık bir filme dönüştürmek birebir uyarlamayla ve Çağan Irmak'ın kendi yorumunu katmaksızın hayal edilemezdi. Ama yeraltı edebiyatı dediğimiz edebiyatın sokaklarından birisinde okuyucunun karşılaştığını düşündüğü, kaybedenlerin öyküleriyle gönüllerdeki o en narin noktaya dokunabilen Mahir Ünsal Eriş'in bu trajikomik öyküsü popüler sinemanın yönetmeni Çağan Irmak'ın değil bağımsız sinemanın ustalarının elinde vücut bulmalıydı. Öykü, sevgilisi tarafından terkedilen kahramanımızın salt aşk acısı yaşaması değil, yaşadığı derin yalnızlığı ve buna çözüm olarak rastgele  bir düğüne gitme fikri sonucunda gittiği düğünde, tanımadığı düğün sahiplerinin akrabası "Feridun" zannedilerek bir günlüğüne Feridun olması ve yalnızlığından başka bir aleme geçişiydi. Benim Adım Feridun öyküsü, modern bireyin yalnızlığının, feodal şenlik düğünle ve bir günlük geçici akrabalarla sönümlenmesiydi. Film ise bir kadının terketmesiyle başlayan yalnızlığın başka bir kadınla filizlenen sevdayla sonlanmasıydı, bir romantik komediydi. 


  Beğenenler çok beğendi, gülenler kahkahayla güldü. "Benim Adım Feridun" Çağan Irmak sinemasındaki yerini aldı. Öyküdeki Feridun, 60.Sait Faik Hikaye Ödülü'nü alan "Olduğu Kadar Güzeldik" öykü kitabındaki yalnızlığıyla Burgaz Ada'daki Medarı Maişet Motoru'nda kalırken, sinemada hayat bulan Feridun, çoktan ada vapuruna atlayıp  netfliksteki yerini almıştı bile ve artık yeraltı sakinlerinin komşusu değildi, kaybedenlerin arkadaşı hiç değildi.


  Her edebiyat eseri "Fight Club", "Bar Fly" kadar başarıyla sinemaya aktarılacak diye bir kural yok mutlaka. Yönetmenin kendi dünyası, öyküyü alıp bambaşka bir evrenle de çıkarabilir karşımıza. Yeter ki öyküde gönüllere dokunan o  narin noktayı silmesinler. O zaman kalmaz anlamı.

Ozan Yardımoğlu





7 Mart 2021 Pazar

Yeşil Yazılar: Eko Aktivist Ulu Erenler



Yeşil Yazılar: Eko Aktivist Ulu Erenler

 İslam öncesi inanç motiflerinde yada Heterodoks İslam'ın inanç zeminlerinde doğaya atfedilen kutsallık, ağacın yüceliği, mukaddesliği, gölgesi kadar uludur. Hatta bu ululuk İslam dönemine aktarıldığında görülen odur ki ağacın kutsallığını sürdürebilmesinin şartları biraz değişmiş kutsal olan artık ağaç değil  ağacın altında yatan bir ulu bilge olmuştur. Bu ulu bilge Anadolu'ya İslam'ı yayan erenlerden birisi yada o bölgede yaşamış bir mürşiddir kimi zaman...Kimi zaman ise aslında sadece adı vardır o ağacın özünde. Gerçek kabri kimbilir hangi dağın ardından uzaklardan duyumsamaktadır kendisine gösterilen bu saygıyı. Ağaca atfedilen kutsallığın bu yer değiştirmesiyle aslında birçoğunun altında hiçbir zat-ı muhteremin naaşı olmasa da, olduğuna duyulan inanç artık gerçeğe dönüşmüş ve yatır olarak görülen bu ağaç, dallarına asılan çaputlarla koruma altına da alınmıştır. Modern zamanlardan çok çok zaman önce dertlilere deva, hastalara şifa verdiğine inanılan bu çaputlar, bu ulu erenlerden dilek dilemenin bir aracıyken, modern zamanlarla başlayan doğa yıkımı karşısında artık ağaçların koruma kalkanlarına da dönüşmüştür. Anadolu'da türlü efsanelere, geçmişte Saadettin Teksoy'un metafizik temalı programlarına da konu olan bu koruyuculuk, doğa üzerindeki yıkım karşısında tek başına bir koruyuculuk sağlayamasa da zaman zaman bir teselli verebilmiş, gönüllere bir parça su serpebilmiştir.


Karşımıza çıkan bu haberlerde, falanca köyde yol yapımı sırasında kesilmek istenen ağacın gösterdiği direncin arkasında bir ulu erenin olduğu efsanesi, ağacın yaşamını kurtarmış, ağaç bir yatıra ve yaşam hakkına yeniden sahip olabilmiştir. Kimi ağaçlar ise  yatırların  ev sahibi olarak bu tür saldırılara karşı baştan koruyucu kalkanlara sahip olabilmiş hem kendisini hem de çevresindeki ağaç arkadaşlarının da yaşamını kurtarabilmiştir. İzmir'in Hatay-Göztepe semtleri arasındaki Susuz Dede Yatırı bunun için pek güzel bir örnektir. Karafatma Dağları diye adlandırılan bugunkü Hatay semti ve çevresindeki bölge beton dökülerek çimentoyla kaplanmış, bu donmuş çimentodan meydana gelen semtlerin arasında bir tepecik, üzerindeki ağaçlarla birlikte kendisini bu yıkımdan Susuz Dede sayesinde kurtarabilmiştir.  Susuz Dede kimdir, gerçekten Susuz Dede diye bir muhterem varmıdır. Yoksa Anadolu'daki muhtelif yatırlarda görüldüğü üzere İslam öncesi dönemden kaynaklı ağaç ve tepelere atfedilen bir kutsallığın ürünü müdür Susuz Dede bilinmez. Susuz Dede rivayete göre susuzluktan ölmüş bir askerdir ya da evliyadır. Yahut İzmir’in fethinde emeği geçen ve bu uğurda susuzluktan şehit olan  Selçuk’lu alperen bir zattır. Asri zamanlarda ise Susuz Dede artık bir doğa savunucusu, bir ekolojist, bir Yeşiller mensubudur. Çevre savunucusu Manisa Tarzanı'nın yoldaşıdır, fikirdaşıdır. İzmir'in doğası, yeşilliği, talan edilirken, ovasına tepesine beton dökülürken, doğa katliamcılarının karşısına dikilen en azından üzerine çıktığı ve bugün kendi adıyla anılan tepeyi ve çevresini bu talandan kurtarabilen bir eko-kahramandır. Susuz Dede ekolojik bir rivayete göre beton dökücüler karşısında yüzlerce gün direniş göstermiş ve bu tepeyi onlara yaretmemiş ama sonunda susuzluğuna yenilmiş oracıkta can vermiştir. Yenilmiştir, can vermiştir ama kaybetmemiştir, kazanan Susuz Dede ve ağaçları olmuştur. Rivayet bu ya bugün gezegenin çeşitli bölgelerinden ekolojistler Susuz Dede'ye şükranlarını sunarlar da kimseciklere söylemezler. Hastalara şifa, dertlilere deva isteyenler arasında Susuz Dede'nin kabrinde bir Fatiha da onlar okurlar Susuz Dede'nin  ruhuna. Çaput bağlayıp dilek dileyenlere ne kadar yanıt vermektedir Susuz Dede bilmek mümkün değildir ama Susuz Dede Parkı olarak adlandırılan ağaçlık tepe ve bu bölgedeki ağaçlar,kuşlar, böcekler artık Susuz Dede'nin koruması altındadır. Susuz Dede dilek dileyenlerden en azından ekolojistleri kırmamış onların dileklerini gerçek eylemiştir. 


Nice Susuz Dedeler vardır Anadolu'da Trakya'da. Onlar sayesinde kurtulagelmiştir nice ağaç nice tepe. Anadolu halklarının yüzlerce yıl önce doğaya verdiği değerle; ormana, suya, tepeye, ovaya,toprağa sunduğu şükranla, modern zamanlarda ağaçlar kurtulsun, doğa yaşasın diye öngörülerek yüzlerce yıl sonrası için yattıkları yerlerde görevlendirilmişlerdir ulu erenler. Artık onların yattığı yada yattığına inanıldığı toprak dokunulmazdır, saldırılmazdır, koruma altındadır. Kepçeler, dozerler talan edemez onların toprağını, kesemez ağaçlarını, yok edemez yeşilini çünkü ulu erenlerin koruması, garantisi altındadır. Süper Baba dizisinde Ethem Dede nasıl kurtardıysa Fiko'nun evini müteahhitten onlarda öyle kurtarmışlardır Anadolu'nun toprağını, ağacını, suyunu, doğasını modernitenin yıkıcılığından. Onlar ulu erenler, onlar geçmiş zamanın bilgeliğinden bizlere ulaşan ekolojist doğa melekleridir. Kimbilir Kaz Dağları'nın ağaçlarının altında, Kuzey Ormanları'nın gölgesinde daha ne Susuz Dedeler vardır da henüz haberimiz yoktur. Ve Birgün açarız akşam haberlerini ve "biliyordum" deriz "biliyordum". 

Ozan Yardımoğlu





Öykü: KPSSsiz Devrim

  Öykü: KPSSsiz Devrim      İşçi Partisi'nin başkanı, birden heyecanla ayağa kalktı. Buldum dedi. Senelerce sürdürülen devrimci mücadel...