16 Ağustos 2022 Salı

Taşradaki Tavuk Döner

 


Taşradaki Tavuk Döner


   Merkezin önem kaybettiği, periferinin yükseldiğine inanıldığına inanılan yıllardı o yıllar.Yalan da değildi. Kenardan gelen köşebaşını tutuyordu. Üniversite tercih zamanıydı.Üniversite demek kariyer demekti. Baktım kenardan gelen köşebaşını tutuyor. Eh dedim ben de köşebaşının karşısında öyle oturuyorum, hiç de köşebaşını tutamıyorum. O zaman dedim önce kenara, periferiye gitmem gerekli ki, sonra oradan geliriz merkeze, tutarız köşebaşını. Harika bir fikirdi. Bu fikri, hiçbir rehberlik öğretmeni öğrencilerle paylaşmazdı. Sadece kendisine saklardı. Yıllar sonra hayattan ve mesleğinden bıkınca belki işime yarar diye. Mühim fikirler danışmanlık hizmetlerinde parayla satılmaz. Hele bizim gibi devlet okullarında okuyan öğrencilere bu özel bilgiler ücretsiz asla verilmez. Sadece senin puanın burayı tutuyor denilir.

   En azından bizim yıllarımızda öyleydi. Belki artık ücretsiz de kıymetli bilgiler verilmektedir. Paranın herşey olmadığı anlaşılmıştır. O yıllarda anlaşılamamıştı. Sadece periferinin yükseldiği bilinmekteydi ve ben de bunu bilen sayıca azınlık içerisindeydim. Bu kıymetli bilgiyi paylaşmamak için kendimi zor tutuyor, geceleri uyku uyuyamıyordum. Ama doğrudan faydası olmayan bilgi neye yarardı ki benim için. Bu faydalı bilgiyi hemen işe yarar bir hale sokup, sonunda meyvesini alınca ahanda işte bakın önce fikir,sonra eylem, yol haritası böyle çizilir,sonuca böyle ulaşılır diyebilmeliydim. Üniversite tercih ekranı önüme çıkınca artık eylem zamanının geldiğini anlamıştım. Herkes Boğaziçi'ni, ODTÜ'yü, Ankara'yı, İTÜ'yü, Ege'yi yazacak ve yıllar sonra sonunda kaybeden olacaktı. Ben ise elimdeki bu paylaşılmaz bilgiyle bir taşra üniversitesini tercih edip fark yaratacaktım. Herşey yolunda ilerliyordu. Bu muazzam bilgiyi kimseyle paylaşmıyordum. Zaten paylaşsam da kaale almazlardı. Eh kendileri bilirdi. Periferinin yükselişinden payını alamayacak sonuçta onlar olacaktı. 

   O yıllarda taşrada çok fakülte yoktu. Hatta galiba iki fakülte vardı. Ben de tabi ki taktik dehamla o ikisinden daha da sapa yerde olanı tercih ederek farkımı yaratacaktım. Farkımı yarattım ve daha az nüfuslu, daha sapa yerde olanı ve deniz olmayanı, turistik hiç olmayanı tercih ettim.  Tercihim tuttu. Kazanan ben olmuştum ve benimle birlikte bu taşrayı bilerek yada bilmeyerek seçen diğerleri de. ODTÜ'yü, Boğaziçi'ni kazananlar gazetelerde ilanlarda boy boy fotolarla görünüyor ama gerçeği hiç bilmiyorlardı. Dört sene sonra periferinin yükselişi sonucu kazanan ben ve benimle bu okuldan mezun olacak arkadaşlarım olacaktı. Şerif Mardin bizi görse elimizi öperdi. Harika bir tercihti bizimkisi. 

 Taktik, strateji, deha, herşey mükemmeldi. Dört yıl sonra bütün kapıların açılacağı bizlerdik de bu dört yıl nasıl geçecekti bu köy gibi taşra denilen yerde. İşte onun yanıtı yoktu. Ankara'da, İstanbul'da okuyanlar sonuçta bizlerin karşısında kaybedecek de olsa, sosyal yaşamıyla, tiyatrosuyla, sinemasıyla, falanıyla, filanıyla güzel bir üniversite yaşamı yaşayarak mezun olacaktı. Emin de olsam, bir kuşku aklımın bir köşesinde durmuyor değildi. Ya periferi kaybederse?

 Kaybetmeyeceği belliydi. Belki kayyım bile atarlardı ileride o şaşalı üniversitelerin rektörlerine. Biz kazanan olacaktık o kesin. Ama karnım da acıkmaya başlamıştı. Taşrada ne yenilebilirdi acaba? Her taşranın meşhur birşeysi vardır. Ben de merak edip sordum nedir buranın meşhur yemeği? Dediler ki köfte. Vay be dedim. Ne kadar ilginç bir yemek. Türkiye'de kendine has köftesi olmayan bir yer var mıdır bilemiyorum.Köftesi olmayan yere mahalli idare kurmuyor bile olabilirler. Biryer için en azından ilçe yada belde olmanın koşulu köftesi olmak olmalı büyük olasılıkla. Yoksa nüfus kriterlerini önemsediklerini sanmıyorum. Bu taşra teşkilatı da sanırım öyle kurulmuş olmalı. İçişleri bakanlığına bir köfte tarifiyle başvurup ilçe olmuş olmalılar. Çünkü mahalli idareler kanunu bunu emreder.

  Tabi kamu yönetimi birinci sınıf öğrencisi olduğum ve mahalli idareler kanununu yeteri kadar bilmediğim için bu köfte önerisinden çok etkilenmedim ve ilk bulduğum tavuk dönerciye oturdum. Bu dönercinin yanında başka bir tavuk dönerci, onun yanında bir başkası, onun yanında bir başkası diye uzayıp giden kuyumcular çarşısı gibi arasıra birbirinden kopan tezgahlara sahip olsalarda sanki bir bütün tavuğun isyanı gibi birleşmiş yanyanalık. 

  Aklım karıştı tabi ve başladım düşünmeye. Bu beş  yanyana dizilmiş tavuk dönerci arasındaki fark neydi. Kim neyi daha farklı kılıyordu. Hangisi mayonezi daha çok sıkıyordu, hangisi ketçapta kısım yapıyordu, hangisinin sosu daha yağlıydı, hangisinin arasına koyduğu patates daha kızarmıştı, hangisinde turşu az, hangisinde domates çoktu. Hepsinin yaptığı acaba aynı tavuk dönermiydi yoksa sadece isimleri mi farklıydı dükkanların?

  Taşradaki bu illüzyonu çözmek öyle ama öyle zordu ki dört yıl bile yetersiz kalırdı. Artık periferinin merkez karşısında kazanacağı zaferi ve dört yılın bu taşrada nasıl geçeceğini unutmuş tamamen tavuk dönercilere odaklanmıştım. Sabah kalkınca bu dükkanlardan -her öğün yemek üzere- farklı bir tanesinde yemeye başlıyor ve tat alma duygumun sonuca varmasını bekliyordum. Günler, aylar, yıllar geçiyor ama bir sonuca ulaşamıyordum. Genel kanı B. ile başlayanın süper olduğu, ana akımın dışında kalanlar D.'yi, protest takılanlar ise "abi burdan şaşmıcan" diye diğerlerini savunmaktaydı. Bense her ısırışımda bir tavuk dönercinin diğerinden farkını bulmaya çalışırken, aynı tavuk dönercinin birkaç gün öncekiyle lezzet farkını bulmaya başlamıştım. Süreç giderek korkutucu hale geliyordu. Bu dükkanların hepsinin aldığı tavuk aynı yerden olabilirdi. Sosları, turşuları, domatesleri, patatesleri bütün malzemeleri aynı yerden alınmış olabilirdi ve biz sadece taşrada kendimizi farklı hissetmek için bu beş tavuk dönerciden birisini yücelterek kendimize kimlik ve farklılık yaratmaya çalışıyor olabilirdik. D.Tavuk Döner ile B.Tavuk Döner'in sahipleri ortak bile olabilirdi. Belki hepsi aynı kişinindi. Yoksa küçücük bir taşrada neden beş tane yanyana dizili tavuk dönerci olsundu.

  Yada belki de Adam Smith haklı çıkmıştı. Bu beş tane tavuk dönerci müthiş bir rekabet ve kaliteyle birlikte birbirleriye yarışmakta ve biz taşralarına gelmiş şehirli öğrencileri şaşkınlık ve lezzete boğmaktaydılar. Hangisiydi acaba bilememiştim, dört senemi bunu çözmeye harcamış ama bir sonuca ulaşamamıştım. Ya damak tadımız yoktu ya da taşranın yarattığı kayboluşta kendimizi tavuk dönerci tercihlerimizle varetmeye mecbur kalmıştık. 

   Bu varoluşsal sancılarımızı tavuk dönerci tercihlerimizle giderirken acaba periferimiz ne durumdaydı. Diğerlerine fark atıp geçmişmiydik, merkez kaybetmiş ve merkezdeki öğrenciler bizleri taşrada, bir türbe gibi ziyaret için yola çıkmışlarmıydı? Gelip elimizi öpecek ve bu müthiş taktik hamlemizden dolayı utanmak yerine bizlere saygı duyacaklarmıydı? Tavuk dönercilerin büyüsüne kapılıp bu beş tavuk dönerciden hangisinin daha iyi olduğunu bulabilmek için yıllarca bu taşrada kalıp bizler gibi ermek ve ermemek arasında bir  noktada yaşamlarını sürdürebilecekler miydi?

  Derken gazeteyi aldım elime. Gazete periferinin seçim zaferinden bahsediyordu. Ama bizlerden hiç bahsetmiyordu. Zaten periferinin zaferinin artık bizler için hiç bir önemi kalmamıştı. Bizler tavuk dönerin yarattığı esriklikle ülkenin dört yanına dağılmış dervişlerdik artık. Bir tavuk dönerciden ötekisine yol alıyor, hangisi daha yüce, hangisi daha ulu diye dolanıp duruyorduk. Artık aradığımız tavuk  döner bile değildi, sadece kendimizdi .


 Ozan Yardımoğlu

  

  


2 Ağustos 2022 Salı

Sasalı E Tipi







Sasalı E Tipi


  Hayvanat Bahçelerinin  doğal yaşam parkı; kampüslerin külliye, parkların millet bahçesi adını aldığı bir dönemin içinden geçiyordum. Aklıma çocukluğumda evimizi doldurdan aslan sesleri geldi. Evimiz fuarın bitişiğindeydi ve gelen seslere bakılırsa sanki ormanın içinde yaşıyorduk. İzmir Fuarı'nın Hayvanat Bahçesi'nde bizim evin yarısı kadar kafeslerde tıkılı aslancıklar bas bas bağırırlardı. Biz de bu seslere kulak verip ziyarete giderdik onları. İlk gittiğim ziyarette koskocaman bir fil bizim ev metrekaresinde bir alanda boynunu bükmüş bana bakıyordu bu tuhaf sıkışık bahçede.

   Gezegenin değişik yerlerinden  kamyonlara, tırlara bindirilip, Rusya'daki (SSCB) Gorki Parkı'nın bir adaptasyonu olan İzmir Kültürpark içerisinde daracık bir alana tıkıştırmışlardı bu hayvancağızları. Ne suç işlemişti bu garipler acaba ülkelerinde de, cezaları Türkiye'de bir hayvan hapishanesine nakledilmek olmuştu cezaları. Bir de daha sonra anlamıştım bu hayvanların hepsinin cezası müebbetti. Hiç kapıdan tahliye olan bir su aygırı ve kapıda onu karşılayan arkadaşlarını görememiştim Fuar'ın 26 Ağustos Kapısı'nda. Demek ki çok büyük suçlar işlemişlerdi. Eko sistemin bozulmasından, iklim değişikliğinden sorumlu belki de onlardı. Su aygırlarının ve fillerin günlük su tüketim  miktarlarını düşündüğümüzde ekranlarda her gün  yer alan, suyu idareli kullanalım kamu spotları boşunaydı. O nedenle hemen hapse atılmalılardı. Bu canlılar hayvan olduklarından,  bir pişmanlık, bir uslanma da yaşamayacaklarından ve çıkınca aynı davranışları yeniden sergileyeceklerinden  cezaları tabiki müebbet olmalıydı. 

     Eskişehir'deki Hayvan Hapishanesi'nde penguen bile görmüştüm. Kutuplar eridiğine göre sorumlusu penguenlerdi demek. Kutuplarda biz yaşamadığımıza göre herhalde sorumlusu biz olacak değiliz. Kim yaşıyorsa orada sorumlusu odur kötü giden işlerin de. Penguenler belki dış güçleri sorumlu tutmak istemişlerdir ama bunu yemez kimse Antartika'da. Kutuplar erimesin diye hemen tutuklamışlar penguenleri ve oradan çok uzakta bir hayvan hapishanesine Eskişehir'e nakletmişler. Penguenlerden birisi yolda, ikisi de Eskişehir Hayvanat Bahçesi adı altındaki hayvan hapishanesinde hayatını kaybetmiş. Bu üç penguen ölerek cezadan kaçmış ve yasalara yine karşı gelmişler. Diğerleri ise müebbet cezalarını sürdürmekteler. Zaman zaman haftada bir telefon haklarını kullanıp, ES TV'den istek şarkı talep etmekteler.

    Gelelim  boynu bükük masum görünümlü, fuardaki santimetrekare hücresinde cezasını ölerek dolduran azılı suçlu Pak Bahadır'a. Adının Pak Bahadır olduğunu öğrendiğim bu fil, ismi Bahadır olduğuna göre Müslüman olmalı. Pakistan'da hüküm giyip ülkemize gelmiş ya da İzmir Fuar Hayvan Hapishanesi yetkililerine sempatik görünmek için de müslüman olma tercihinde bulunmuş  olabilir. Manevi bir arayış içerisine  girmiş de olabilir tabii. Cezaevi psikolojisi çok farklı. Aynı yöntemi İzmir'e nakledilince İzmirlilere sempatik görünüp kamuoyu baskısıyla yırtabileceğini sanan Zürafa Efe de kullanmıştı. Ama bu tür çakallıklar, hayvan hapishanesindeki çakalların bile işine yaramamıştı. Efe ve Pak Bahadır'ın da işine yaramayacaktı. İkisi de cezaevinde yaşamlarını yitirmekten kurtulamamışlardı.

  1936'da kapılarını  açan İzmir Hayvan Hapishanesi, 2008 yılında Çiğli'ye Sasalı'ya taşınacaktı. Sasalı Doğal Yaşam Parkı adı altındaki bu hapishane öncekine göre daha büyük hücrelere, havalandırma sistemlerine  sahipti. Ama bu hayvanların özgürlüğünün ortadan kaldırıldığı gerçeğini değiştirmiyordu. Eskiden Avrupa'da sömürgeciliğin ilk dönemlerinde Afrika'dan getirdikleri insanları kafesler içerisinde sergiledikleri gibi bu hayvanlar da hem cezalarını çekiyor, hem insanlara bilet karşılığı gösteriliyorlardı. İnsan cezaevlerine biletle girip gezmeyi bırakın, ziyarete bile gelmenin izne tabi olduğunu düşünürsek açık görüş imkanı açısından çok da özgürlükçüydü bu hapishane. Tabi hayvanların dışarıdan temiz atlet, kısa montekarlo getirecek para kazanan insan dostları varsa. Çünkü hayvanlar para kazanmazlar o kadar tembeldirler ki hayvanlar, bir işe girip para kazanıp, emekli olmak bile gelmez akıllarına. Anca ülkelerinde suç işleyip, uzak diyarlarda bir hayvan hapishanesinde belediyelere yada işadamlarına, ceza çektikleri kafeslerinde teşhircilik yapıp para kazandırırlar.Yazık!

    Bu teşhirci, bu uslanmaz arlanmaz hayvanların dosyaları da farklı farklıdır. Suçun içeriği insan da farklılık gösterir de hayvan da farklılık arz etmez mi. Su aygırı, aşırı su tüketip gezegenin kaynaklarını yok etmekten; Zürafa Efe, beslenmek kisvesiyle ormanlara zarar vermekten; penguenler, kutupları eritmekten; kutup ayısı kokakola'yla yaptığı sözleşmeyi ihlalden; Akbaba, kadın cinayetinden; tavşan, tecavüzden ceza almış olabilir ama Pak Bahadır'ın ki sanırım düşünce suçuymuş. Çünkü ben daha önce öldükten sonra kendisine anıt mezar yapılan bir hayvan görmedim kentimde. Öldükten sonra  Pak Bahadır'a anıt mezar yapıldığına göre demek fikir suçlusu. Pak Bahadır, 59 yaşında, 2007'de öldüğüne göre, diyelim 12 yaşında hapse düşmüş olsun eder sene 1960. Demek ki 27 Mayıs Darbesi'nde attılar bu demokrasi kahramanını içeri. Artık hayatta olmadığına ve onun için anıt mezar yapıldığına göre belki de demokrasi şehidi Pak Bahadır. Bilemeyiz malumat sınırlı. Hayvan hapishanesi arşivindeki veriler herkese açık değil. 

  Hayvan hapishanesinde her hayvan çok da suçlu değil anladığım kadarıyla. Yıllardır üstü açık kafeste kaçabilecek bir pelikan var örneğin. Belki gezip dolaşıp bir Foça yapıp geliyordur akşamları kafesine. Onun ki yarıaçık cezaevi de olabilir. Foça Yoğurdunu üreten mahkumların içerisinde belki o da vardır. Belki de Yılmaz Güney'in Zavallılar filmindeki gibi aç kalmamak ve ısınmak için hapishaneye girmeyi tercih etmiş de olabilir bu pelikan. Bu Pelikan'ın bir de Karşıyaka'da heryerde heykeli var. Yarıaçık cezaevinde olup da heryere heykeli dikildiğine göre bu Pelikan da  sanatçı olmalı. Edebiyatçı yada yönetmendir büyük ihtimal. Yasaklı bir filmi yada romanı da vardır mutlaka.

  Hayvan hapishanesi kurmayı ve hatta onu Sasalı'ya taşıyıp şartlarını iyileştirmeyi bir kamu görevi gören belediyemiz, bir ara faytonculuğu da belediye bünyesine almış ve Hollanda'dan getirttiği atlarla Hollanda'lı at dostlarımıza belediyede iş imkanı da sağlamıştı. Dil ve iklim sorunu olan bu hayvanlar daha sonra gelen belediye başkanı tarafından işten atılıp Sasalı Hayvan Hapishanesi'ne cezalarını çekmek üzere gönderilmişlerdi. Bu Hollandalı atlar büyük ihtimal belediyenin malını zimmetine geçirmiş, yolsuzluk yapmış yada kamu kaynaklarını kendi menfaati için kullanmış olacak ki hemen toplu halde işten atılıp Sasalı'da müebbete layık görülmüşler. Zaten bu hayvanlar gavur. Kendi hayvanın burada işsiz, sen kalkmış ecnebi hayvanları işe sokuyorsun. Sonu bu olur işte!

   Bu ecnebileri işe sokma hususunda ders almış olacaklar ki, 1930'lu yıllarda yurtdışından getirilip işe sokulan İzmir kentinin simgesi durumuna gelen  palmiye ağaçları Rhynchophorus Ferrugineus isimli böcek marifetiyle kurumuş, yani iş hakları feshedilmiş bir şekilde palmiyelerin. Kuruyan palmiyelerin yerine yeni palmiyeler gelmediğini, dikilmediğini gördüğümüze göre artık yerli ve bizim ağacımız işe girecek demek ki. Kamu kaynaklarıyla sulanacaklar, bakımları yapılacak, büyüyecek yerli ve milli ağaçlarımız. Bazı şeylerden ders almak da güzel. Hoşçakalın kökü dışarıdaki palmiyeler!

  Bir de kökü dışarıda olan  papağanlar var İzmir'in eski hayvan hapishanesinin çevresinde, fuardaki ağaçların dallarında. Bizler saf insanlar olduğumuz için bu yeşil, sevimli papağanlara bayılmıştık ilk görüğümüzde. Meğer bu yeşil papağanlar istilacı bir türmüş ve yumurtaları kırılarak popülasyonlarının ortadan kaldırılması sağlanacakmış. Kürtaj gibi birşey sanırım. İnsanlar için kürtajı yasaklayanlar, zorlaştıranlar hayvanlara bu özgürlüğü sunuyorlar bu da güzel birşey. Deney kafesindeki kobaylar gibi bütün ilerici, özgürlükçü hamleleri de hayvanlarda deneyerek başlatacak demek insanlar. Ben buradan bunu anlıyorum. Harika!

   Bu yeşil papağanları neden Sasalı'ya tıkmıyorlar, demek ki  yasada yeri yok bunun. Bu hayvan hapishanelerinin kamuya yarattığı büyük maliyetler de var tabi. Örneğin Sasalı Hayvan Hapishanesi'nin 2009'da yıllık maliyeti 6 milyon TL imiş, kim bilir şimdi kaç milyon TL?! Bu şehirdeki insanlar olarak, başka ülkelerdeki hayvanları hürriyetinden mahrum bırakmak için ve insanlardan bir bölümü arada sırada bilet alıp yerlerinde duruyor mu bu hayvan mahkumlar endişesiyle gelip baksın diye milyonlarca lira harcıyoruz kamusal cebimizden. Çok fedakar insanlarız gerçekten. Ama artık biraz da hayvanlar fedakarlık yapsın lütfen. Düşsün artık insanların yakasından şu hayvanlar!

Ozan Yardımoğlu





Öykü: KPSSsiz Devrim

  Öykü: KPSSsiz Devrim      İşçi Partisi'nin başkanı, birden heyecanla ayağa kalktı. Buldum dedi. Senelerce sürdürülen devrimci mücadel...