12 Mayıs 2021 Çarşamba

Her Kitap Birbirinin Devamıdır






Her Kitap Birbirinin Devamıdır


  Eski bir İttihatçının, Mustafa Suphi'nin, İttihat ve  Terakki'den ayrılıp Milliyetçi-Turancı Milli Meşrutiyet Fırkası'nın saflarına katılmasıyla, İttihat ve Terakki muhalifliğiyle başlıyor aslında bütün serüven. Milli Meşrutiyet Fırkası'nda sürdürülen,  İttihatçı karşıtlığına oturan, Pan-Türkçü bir muhalif siyasetin sonu Sinop'a sürgünle sonuçlanıyor. Sinop'tan Rusya'ya kaçışla da Türkiye'ye Azerbaycan'dan giriş yapacak Bolşevik fikirlerin taşıyıcısı yola çıkmış oluyor yeni savunacağı fikirlerle tanışmak üzere Rusya'ya. Türk Ocağı ve İttihat ve Terakki üyesi, sonrasında Pan-Türkçü Milli Meşrutiyet Fırkası mensubu bir Türkçü  olan Mustafa Suphi, Rusya'da Ekim Devrimi'ne giden süreci yaşıyor ve Bakü'de kuracağı Türkiye Komünist Partisi'nin  toplumcu fikriyatı bugünlerde oluşuyor zihninde. Kurtuluş Savaşı'na katılmak üzere giriş yaptığı ülkesinde kendisinin ve yoldaşlarının yaşamları karanlık bir şekilde sonlandırılıyor ama serüvenleri sonlanmıyor devam ediyor Nazım Hikmet ve Ahmet Ümit ile.


   Karadeniz'in karanlık sularında sonlandırıldı zannedilen hikaye, Nazım Hikmet'in "Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim" romanıyla sürüyor. "Anlatılan senin hikayendir" diyordu ya Marx, "On"ların  hikayesi de bu romanda devam ediyor kaldığı yerden. SSCB'de eğitim alan, oradaki anılarını anımsarken, yeraltı mücadelesini zorlu devlet baskısı altında sürdüren TKP'lilerle sürüyor serüven. Ahmet'in, İsmail'in ve yoldaşlarının mücadelesiyle, tahlilleriyle, örgütlenmeleriyle, giydikleri hükümlerle, cezaevi günleriyle, kuracakları yeni bir dünyanın hayalleriyle.



  Biliyor musun be kardeşim, şairler onuncu yıl marşını on yılda "onbeş milyon er"  yarattık her yaştan diye yazmışlar sonra bir bakmışlar "on beş milyon er", "on beş milyoner" oluyor okunurken değiştirmişler "on beş milyon genç yapmışlar" diyor İsmail. İsmail, "...be kardeşim" diyor her cümlesinde. Delisin vallahi be kardeşim, emperyalizmle anlaşacaklar be kardeşim, dünya güzel be kardeşim, mesele onda değil be kardeşim, ne luzum var be kardeşim, pek de zayıf be kardeşim....hep böyle konuşuyor İsmail her cümlesini bağlarken. İsmail ne güzel konuşuyor be kardeşim. 


  Bir "ümit"te sona eriyor roman, Ahmet'in düşünde. Ahmet bir şiir okuyor bu ümitli düşte.


"Komünistim,
Sevdayım tepeden tırnağa,
sevda, görmek, düşünmek, anlamak,
sevda, doğan çocuk, yürüyen aydınlık,
sevda, salıncak kurmak yıldızlara,
sevda, dökmek çeliği kanter içinde,

Komünistim,
sevdayım tepeden tırnağa."

İsmail  "iyi yazmışsın diyor", Ahmet'e. Sonra ayağa kalkıyor, pencereyi açıyor, güneş giriyor odaya. "Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim" diyor İsmail, "Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim!".



   Ahmet'in ümit dolu düşleri Ahmet Ümit'te son buluyor ya da son bulmuyor yerini başka düşlere bırakıyor. "Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim" diyen İsmail'in yerini "78'linin Mektubu" alıyor. SSCB modeli Marksist-Leninist bir sosyalizmi savunan TKP'nin düşleri  Çıplak Ayaklıydı Gece'de son buluyor. Reel sosyalizm diye de bahsedilen bu devletçi ve merkeziyetçi model 21.yüzyıla ulaşamadan tarih kitaplarındaki yerini alıyor. İnsanların bir bölümünün zaten hiç yüz çevirmedikleri bu model, umut besleyenlerin  çoğunluğu içinse, düşlerindeki sosyalizm ile ilgisi olmayan bir hayal kırıklığı olarak kalıyor. 12 Eylül 1980 darbesiyle yıkıma uğratılan mücadeleleri,  1991'de SSCB'nin kendini feshiyle  fikren de yıkıma uğruyor. 1920'de serüvenine başlayan TKP ise 1990'da Türkiye İşçi Partisi ile birleşerek kurduğu Türkiye Birleşik Komünist Partisi ile kendisini noktalıyor. Bugün bu geleneğin devamcısı  olan ya da olmayan ama bu ismi ve geleneği taşıyan partiler hala varolsa da Ahmet Ümit ile sonlanan bu öyküyü sürdürmeye yetmiyor sözcükleri.



  Ahmet Ümit'in "Çıplak Ayaklı Gecesi"ndeki öykülerde de yoldaşlar SSCB'de eğitim alıyor, yeraltı mücadelesi veriyor, 1980 darbesine direniyor, mücadelelerini sürdürürken SSCB'deki üniversite günlerini anımsıyor. Ama "Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim"den farklı olarak. Burada, öykülerdeki karakterler, zorluklar altında mücadele ederken, en zor anda bile umut dolu  olarak değil, yenilmiş bir kuşağın ruh haliyle, inandığı değerlerin o günkü düşünceler olmadığı kanaatına varmış bir eski partilinin satırlarıyla karşımıza çıkıyor.


  "Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim", "Çıplak Ayaklıydı Gece".  Her kitap birbirinin devamı aslında, her son gibi görülüp biten kitap, bir sonrakinin başlangıcı.



   Bizim hikayemiz, "Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim", "Çıplak Ayaklıydı Gece". Biri, diğerinin devamı bizce. Bu kitapların hikayesi TKP. TKP'nin hikayesi Marksizm- Leninizm. Dedik ya her kitap bir başkasının devamı. Hepsinin başı Bakunin'in sevilen eseri "Devlet ve Anarşi". Bakunin'in "Devlet ve Anarşi" si de iki kitabın başında da, iki kitabın sonunda da.  Hem başlangıcı hem sonu. Hem nedeni hem sonucu. Adı geçmez ama görmek isteyenlere bakar satır aralarından Bakunin. Bakarken "Devlet proletaryanın hapishanesidir, onları daha güvenli bir hapishaneye koymanın ne faydası olabilir ki işçi sınıfına" buyurur Bakunin ve ekler "Efendiler, bizler sosyalizm olmadan özgürlüğün ayrıcalık ve adaletsizlik olduğuna, ve özgürlük olmadan sosyalizmin kölelik ve şiddet olduğuna inanıyoruz" der. Sanki der ki bu iki kitabı da ben yazdım aslında. Bugün kimilerinin Kuzey Kore'de ya da Küba'da bu öykü bitmedi, pek  mükemmel bu model diyerek anlattığı, tatil paketi satın alıp ziyaret ettiği ama aslında Bakunin yazdığında, başlarken bitmiş olan hikaye.


   Bizim öykümüzün sonu  ise Bakunin'in sonda söylenecek şeyi başta söylemesinin bize varan kısmı. Bakunin, sonda söyleneceği başta söyleyerek ayıp etti, mevzunun heyecanını kaçırdı. Heyecan kalmayınca da öykünün sonu bu oldu. Yazık. Hep Bakunin yüzünden.


 Gelelim sona en sona. Ahmet Ümit son noktayı koyuyor ve final.


 14 yaşında atıldıkları serüven,  iktidarı istememekti. Herşeyde sen vardın  Bakunin. "Çıplak Ayaklıydı Gece" deki "78'linin Mektubu" öyküsü öyle diyordu. Mektup, iktidarı istemiyoruz diyordu ve işçi sınıfı iktidarı için çalıştıklarını ama bunun gerçek olmadığını söylüyordu. Çünkü işçi sınıfı yani halk onlardan çok uzaktı. Devrimci olan da halk ya da işçi sınıfı  değildi, onlardı. Yani bir avuç insan. Kaybeden, muhalif olan taraf olarak kalmalıydılar onlar hep. İktidar kirletir, iktidar devrimcilere göre birşey değildir. Dünyanın dönüşümü iktidara gelmeden gerçekleştirilmeliydi. Varsın Moskova'da Mc Donalds önündeki kuyruk, Lenin'in mozolesinden daha uzun olsundu, varsın halka dayanmayan sosyalist yönetimler çöksündü, varsın çağı yakalayamayan devrimci partiler yıkılsındı böyle söylüyordu "78'linin Mektubu". Yine de insanlığın savaşsız sömürüsüz bir dünyayı kuracağına inanıyorum diyordu. Uzaklarda hiç yaşanmamış güzel günlerin serüven duygusunu, akılla birleştirebilecek insanlarla geleceğine inandığını söylüyordu.


  Ve mektubu hitaben yazdığı, 1977'de Gaziantep'te öldürülen yoldaşı Enver Kurt'a diyordu ki, o günün belgileri, bugün insanlığın evrensel değerleri oldular. Yani sen boşuna ölmedin diyordu. Ve her biten kitap gibi o da finalini başka bir öykünün, başka bir kitabın başlangıcına bırakıyordu.

Sen boşuna ölmedin.


Ozan Yardımoğlu 





6 Mayıs 2021 Perşembe

Bira Yazıları: Neşesi Yeter!






Bira Yazıları: Neşesi Yeter!


  Şimdiyi düşününce o zaman sanki başka bir ülkede, başka bir memlekette yaşıyormuşum. Çocukluğumun günleri, misafirlere ikram etmek için kristal küllüklerin yanında, porselen kutularda hazır bekletilen ithal sigaraların durduğu bir platform olan orta sehpanın çevresinde oyuncak arabalarla oynamakla geçti. Orta sehpanın görevi, bir nezaket göstergesi olarak konukların önemine bir vurgu ve vurgunun belirtisi olarak bir sigara ikram merkeziydi. Orta sehpanın bu görevi oyunlarımda da etkisini göstermişti. Belki oyuncaklarımdan hayali bir oyuncak kristal küllük yaratmıyordum ama mandallardan sigaranın en kralını hayali olarak tüttürüyordum. Annemin çamaşır mandalları artık parliament  oluyordu, marlboro kokuyordu. Yıllar ilerledikçe orta sehpa ya evlerimizden uzaklara gitti ya da bu düşünceli görevini unutup misafirlerin olmadığı günlerde ayak uzatılan  ölü bir ağaca dönüştü. Eskiden kapıdan girince kendileri için özel olarak hazırlanmış sehpalarında onları bekleyen ikram sigaralarına neredeyse omuzlarda taşınacak olan sigara içenler dışlanıyor, kem gözlerle karşılanıyor, en iyi ihtimalle sigara içebilecekleri yer olarak balkon öneriliyordu. Değişim sigara içenlerle kalsaydı tabi yine iyiydi. Sigara, sadece içenin sağlığına değil yanındakilerin de sağlığına zarar veren kaka birşeydi nihayetinde. Ama sigara içenleri baş tacı yapıp sonra onları balkon köşelerine atmak çok mu zararsızdı sigarayı içene ve çevresindekilere. Kültürümüzde terkedilen bu nezaket, sigaranın ciğerlere verdiği zarar gibi sigara içenlerin gönüllerinde onarılamaz yaralar açtı ve bu yara bir daha da kapanmadı. 


   Evet değişim sigarayla kalsaydı yine iyiydi. Su şişelerimize kadar yansıdı bu değişim. Çocukluğumda su şişeleri Paşabahçe'den ya da o zamanlar ülkemizde varolmayan İkea'dan para karşılığı satın alınan bir eşya değildi. Su şişesi, su şişesi olmadan önce denizcilik sektöründe çalışan babam tarafından freeshoptan getirilen ve yerlilerin ateş suyu dedikleri iksirle dolu şişelerdi. Bu şişelerden önce büyükler ateş sularını içip bitirirlerdi daha sonra ateş suyu şişeleri görevlerine su şişeleri olarak devam ederlerdi. Tabi bu sırada bazı karışıklıklar da olmaz değildi. Yazın sıcağında içi yanan babama su şişesi sanarak ateş suyu şişesinden votka doldurup getirmem gibi. 


  Bu şişelerin eve su şişesi olarak kazandırılmalarının, gezegenimizdeki karbon salınımının azaltılmasına, estetik değerlerimize ve laikliğe inanılmaz katkıları vardı. Bu şişelerden su içtiğimizde yalnız susuzluğumuzu gidermez aynı zamanda insana ve doğaya katkılarını da düşünüp gururlanırdık. Çünkü biz yeşilist ve toplumcu insanlardık. 


  Üzerinde Metaxa, J&B, johnnie walker red label, jack daniels, malibu, smirnoff gibi şeyler yazan bu ateş suyu şişelerinin bir de dekor amaçlı olanları vardı. O dönemler eşantiyon dedikleri belki tadımlık, belki hediyelik bu şişelerin minikleri salonların büfelerinde içleri fondiplendikten sonra birer bibloya dönüşürdü. O dönem bibloya para verilmez değildi ama bu minik ateş suyu şişeleri de birer bibloydu bizler için. Bu ateş suyu şişelerinden biblo olayını abartanlar da vardı. Büyük ebatlardaki viski şişelerini içip bitirdikten sonra içine çay doldurup salondaki büfelerinde sergileyen akrabalarımız da bu kültürün bir parçasıydı. Çocukluğumun bayramlarında  Türk kahvesinin yanında ikram edilen nane likörlerini yudumlarken gözüm hep büfedeki bu şişelere takılırdı. Neden içmek yerine büfede sergilediklerini düşünürdüm. Şişelerin bitirilip içine çay doldurulduğunu ve bu şekilde sergilendiğini öğrendiğimde  kafamdaki soru işaretleri ortadan kalkmıştı.Artık bayramlarda likörümü yudumlarken şişelerin içindekinin çay olduğunu biliyordum.


  Bayramların bir de unutulmaz sofraları vardı. Kurban Bayramı'nda kurban etiyle rakı içilmeyecek ve rakının yanında yemek için kasaptan ayrı et alınacak kadar dinsel alanla rakısal alanın birbirinden kesin şekilde ayrıldığı laik bayram sofraları. Günün dinsel alanı el öpme şeklindeki feodal geleneklerle başlar, alınan bayram harçlıklarıyla iktisadi boyuta ulaştıktan sonra akşam kurulan aile sofralarında rakısal bölüme ulaşır ve final yapardı. Sofralar geniş aile modelinin hatırlandığı, rakı ve bira olarak şişelenmiş içeceklerle neşelenilip eğlenilen unutulmaz aile meclisleriydi. Sigara ikram sehpasının yanı sıra çocukluğuma damga vuran bir diğer mobilya da bayramın dinsel değil rakısal alanı olan bayram sofrası yani anneannemin uzun ahşap masasıydı. İnsan ilişkileri zayıfladıkça bu masa da tarih olup yerini Koçtaş'tan alınan daha küçük katlanabilir bir masaya bırakıyordu. 


  Minik malibu biblolarımız, ateş suyu şişelerinden dönüştürme su şişelerimiz, sigara ikram kutularımız hiçbiri artık yoktu. Artık salonumuzdaki büfelerimizde bakmalara, sıcak yaz günlerinde içinden buz gibi sular içmelere doyamadığımız şişeleri, "tobacco shop" adını alan -geçmişin tekel bayileri- bugünün vergi levhalı modern sanat müzelerinde görebiliyorduk. Bir eserin özel alandan taşınarak kamusal alanda sergilenmesi her zaman da kabul edilebilir birşey değildi demek. Salonumuzun büfesinde baş köşemizden eksik etmediğimiz şişe ne ara bu günümüzün lüks tekel bayileri olan tobacco shop'lara hapsedilmişti. Tabi giden şişelerin yerini başka şişelerin doldurmadığını söylersek hata etmiş oluruz. Cüssece daha tombul, plastikten yapılma 5 litrelik su şişeleri. Eskiden cam ateş suyu şişeleri, su şişelerine dönüşürken, günümüzde 5 litrelik plastik pet su şişeleri görevlerini ateş suyu şişesi olarak sürdürmeye karar vermişlerdi. Bir nöbet değişimiydi bu kaçmak olmazdı. Yıllarca kendi adlarına vazife yapan ateş suyu şişelerine bir saygı yürüyüşüydü 5 litrelik pet su şişelerinin üzerilerine  aldıkları bu yeni vazife. Artık içleri kolonyadan hallice etil alkol - şeker karışımı bir sıvıyla doluydu. İçenler buna rakı diyorlardı, içine şeker koymadıkları zaman votka diyenleri de vardı. Ateş suyuna yapılan zamlar o kadar üst düzeylere çıkmıştı ki başka çare yoktu. Artık rakı, bir fabrikada binbir işlemden geçirilip, damıtılıp soframıza ulaşan eşsiz tat değildi sadece, 5 litrelik pet şişeye etil alkol ve şeker katılıp, sallanıp sallanıp içilen sıvının da adıydı.Cam şişenin yerine plastik, içkinin yerine etil alkol, herkes değişimden yanaydı, değişmiştik işte.



  Evleri sevinçle, insanla, dostla, aileyle, kendisiyle, şişesiyle, neşesiyle dolduran ateş suyu; teminiyle, alımıyla, içimiyle, saatiyle, zahmetiyle, fiyatıyla  koskoca bir stres kaynağına dönüşmüştü. Artık insanlar daha yalnız ve stresliydi. Evlerini malibu şişelerinden biblolarla doldurup mutlu olamıyorlardı. Evrene mesaj gönderip, evlere etil alkol stokluyorlardı. Minikliğimde minik 33 cl'lik kutu Efes biralar vardı. Çok sevimliydi. Anaokuluna göndermek isteseniz belki kaydetmezlerdi ama o kadar çok sevimliydi. Neşesi yeterdi! 

Ozan Yardımoğlu





Öykü: KPSSsiz Devrim

  Öykü: KPSSsiz Devrim      İşçi Partisi'nin başkanı, birden heyecanla ayağa kalktı. Buldum dedi. Senelerce sürdürülen devrimci mücadel...